SpinoZen

Moris FRANSEZ Köşe Yazısı
28 Ekim 2020 Çarşamba

Buddha ve Spinoza’dan Esinlenmiş Bir İç Özgürlük Yolu

1. İç Özgürlük, Buddha ve Spinoza


İç Özgürlük Yanılsaması

Meditasyon ya da başka bir yöntemle kendini hiç izlememiş olan bir insan, ‘iç dünyasında’ tamamen özgür olduğunu düşünebilir…

Oysa Doğu ya da Batı kökenli bir ‘içe bakış’ yöntemiyle, zihnini izlemeye alışık olan herkes, düşünce, duygu ve isteklerimizin oluşmalarında ‘özgür irademizin’ herhangi bir katkısı olmadığını bilir.

Nasıl ki iç organlarımız, kan basıncımızı, beynimizdeki kimyasal süreçleri vs. ayarlarken zihnimizin görüşünü almıyorlarsa, düşüncelerimiz de, özgür irademizle kendilerini onaylamamızı ya da reddetmemizi beklemezler…

Ne düşüneceğimize karar vermemiz söz konusu olmadığı gibi, düşüncelerimizin akışını durdurmamız da mümkün değildir… Düşünce ve isteklerimizde kendimizi özgür hissetmemizin nedeni, isteklerimizin farkında olup, bizi bir şeyler istemeye iten nedenlerin farkında olmayışımızdır.

Duygu ve İsteklerimizin Biyolojisi

Varlığımızın derinliklerindeki esrarengiz bir yaşama gücü, bizi sürekli olarak bir şeyler istemeye iter ve bu isteklerinin karşılanıp karşılanmamasına göre, daha huzurlu veya daha huzursuz hallere girer… Bu ‘hallerini’ de, bize çeşitli duygularla duyurur: Yemeğimiz geciktiğinde sinirlilik, yaşamımız tehlikeye girdiğinde korku, cinselliğimiz rekabetle karşılaştığında kıskançlık duyarız…

Tüm duygularımızın, içimizdeki ‘o yaşayan şeyin’ kendisini dile getirme biçimi olduğunu… Ve işlevlerinin yaşamsal menfaatlerimizi ihmal etmememiz için bizi uyarmak, bize bir tür ‘danışmanlık’ vermek olduğunu söyleyebiliriz.

Bizi bu ‘duygusal danışmanlarla’ donatmış olduğu için Doğa Ana’ya müteşekkir olmalıyız kuşkusuz… Yalnız sorun şu ki, bu danışmanlar bazen ölçüyü kaçırıp, fazla fevri olabiliyorlar, hayatta kalmamızı sağlamaya odaklanırken, toplumsal yaşantımızı zora soktuklarını umursamıyorlar.

Akılla İçgüdülerin Çekişmesi

 

Çoğu zaman aklımız, bu içgüdüsel gücün dürtülerini beğenmez… Daha bilgece çözümlerin mümkün olduğunu görür… Ama içgüdülerin o volkanik gücü ve sürati karşısında etkisiz kalır.

Doğa, sanki duygularımızı bizi uyarmaları, aklımızı da onları denetlemesi için atamış… Ama -belki de yaşama öncelik verdiği için- aklın sesini biraz zayıf tutmuştur… Bir yanda akıl ve bilgelik, diğer yanda içgüdüler, sürekli bir çekişme içindedir… Ve bu çekişme, içgüdülerin duruma egemen olmasıyla sonuçlanır.

Doğanın NİÇİN içgüdülere öncelik verdiği, biyoloji biliminin alanına giren bir sorudur… Akılla içgüdüler arasındaki çekişmenin NASIL sona erdirileceği ise, felsefenin yanıt aradığı bir meseledir.

İnsanlığın binlerce yıllık düşünce tarihinde, sayısız filozof, din ve bilim insanı, bu çatışmayı sona erdirmenin, deyim yerindeyse, içgüdüleri ‘evcilleştirmenin’ yolunu aradılar… Sayısız ‘doğru yaşam reçetesi’ yazdılar. Bu yazılanlardan hepsini bilmiyorum… Ama bana ulaşanlardan ikisinin bize kılavuzluk edebileceğini düşünüyorum:

Budacılık ve Spinozacılık

Buddha’nın müritlerini özgürce eğittiği Ganj kıyılarıyla, ondan 2200 yıl sonra Spinoza öğretisinin fısıltı halinde yayıldığı Amsterdam kanalları çok farklı yerlerdi… Ama bu iki dikkatli ve derin delikanlıyı düşünmeye sevk eden insan doğasının özü, pek de değişmemişti.

İkisi de, insanların yaşamlarından hoşnut olamadıklarını gözlemlemişler… İnsan gibi akıllı bir varlık için daha mutlu bir varoluş halinin mümkün olması gerektiğini düşünmüşler… Ve bu yolu keşfedip, hemcinslerine kılavuzluk etmeye isteklenmişlerdi.

İkisi de, çok eski düşünce gelenekleri olan halklara mensuptular… Ve ikisi de, toplumlarını ve geleneklerini terk etmiş, insanoğlunun sorunlu varoluşuna, taze bir bakışla, her türlü peşin fikir ve önyargıdan arınmış bir biçimde, çare aramaya girişmişlerdi.

Spinoza da Buddha gibi, insan duygu ve davranışlarının birer ‘sevap ya da günah’, ‘erdem ya da kabahat’ olarak değil, insan doğasının tezahürleri olarak ele alınmaları gerektiğini düşünüyordu. Evrende var olan her şey gibi, insanın istek, hırs ve tutkularının oluşmalarını zorunlu kılan nedenler vardı… Dolayısıyla, bunları düzeltmenin yolu, homurdanmak, eleştirmek, korkutmak ve cezalandırmaktan değil, nedenlerini kontrol etmekten geçiyordu.

Etik konusuna yaklaşımları, bir ahlakçının söyleminden çok, bir hekim raporunu andırıyordu… Ben bu iki ‘usta hekime’ hayal dünyamda bir konsültasyon yaptırdım ve gelecek yazıda sunmak istediğim, ortak bir rapor çıkarttırdım…

Aranızdaki Budacı ve Spinozacıların bu fantezimi hoş göreceklerini umuyorum.