“Azınlıklara karşı kimi Türkler arasında beslenen olumsuz duyguların temelde, onların varsıllıklarına karşı duyulan kıskançlıklardan kaynaklandığını seziyordum… İstanbul’un en büyük, en iyi mağazaları onlarındı. En büyük tüccarlar, en becerikli, en hünerli ustalar onlar arasından çıkıyordu. Kadınlar çarşıda onların dükkânlarından alışveriş yapıyorlar, erkekler onların berberlerine gidiyorlardı. Kumaşçılık da kuyumculuk da pastacılık da onların elindeydi… Nasıl oluyordu bu?”
Kıskanıyorduk… Kıskançlıklarımız kimi zaman dostluk, komşuluk, yurttaşlık ilişkileri ile hiç bağdaşmayan tepkilere dönüşüyordu. Sık sık, günah çıkartırcasına “Biz onları çok severiz…” “Benim çok Yahudi, Rum, Ermeni arkadaşım var!” diyorduk. Ama bunu derken kullandığımız ‘onlar’ sözcüğü bile içimizde taşıdığımız olumsuz duyguların dışavurumundan başka bir şey değildi özünde… 1934’te Trakya’da, 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da yaşananlar, toplumun alt katmanlarında çok daha yaygın, yoğun ve belirgin olan kıskançlıkların taşması, bilerek taşırılmasıydı…
Toplum içinde ‘öteki’ olarak görülmek, sürekli kendini anlatmaya çalışmak insanı hem yoruyor hem de yaralıyordu. Geçmişte nice babaanne, büyükbaba yabancılıklarını, ötekileştirilmelerini aşmak için büyük çabalar harcamıştı. Kâğıt üstünde ‘eşit vatandaş’ görülsek de Yahudiler subay olamıyorlardı ki… Yalnızca subay da değil; devlet memuru, tapu müdürü, polis, savcı, yargıç, kaymakam, konsolos, vali, belediye başkanı da olamıyorlardı… Yasalarca ‘yasaklı’ olmamasına karşın yapmalarına izin verilen ‘resmi’ görevler üniversitelerde öğretim üyeliği ve devlet hastanelerinde doktorluk ile sınırlıydı. Oysa Osmanlı’nın son yıllarında Mahmut Şevket Paşa suikastının faillerini yakalamaya çalışırken sakat kalan, Samuel (İsrael) İzisel, emniyet camiasındaki ismiyle Kemal Bey değil miydi milli mücadele döneminde onlarca Millî Mücadele’ye katılmak isteyen gönüllüyü kendine has yöntemleri ile Anadolu’ya kaçıran? Peki ya yüzyıllardan sonra neden halen ‘misafirdik?’ Zaten geçmişte de büyük çoğunluk, bu nedenle dedeleri, babaları gibi küçük yaşlarda ticarete atılmıştı… Onların varsıllıklarına duyduğumuz kıskançlığın nedeni bizdik aslında… Ceplerinde bizlerle aynı kimliği taşıyan insanları ‘doğrulukları tartışılamaz’ birtakım tarihsel nedenlere, bu nedenlerden kaynaklanan birtakım yasalara, yönetmeliklere dayanarak ‘farklı yurttaşlar’ olarak değerlendiriyorduk. ‘Onların’ her şeye rağmen başarmalarını içimize sindirememiş, 1942 Varlık Vergisi Kanunu ile Şükrü Saraçoğlu’nun da belirttiği gibi “Türk piyasasını Türkler’in eline vereceğiz” deyip, hayatlarını parçalamıştık. Türklerin büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşayan tüm azınlık ailelerinin ‘zengin’ olduklarına inansa da yıllarca Kumkapı’da, Samatya’da, Sütlüce’de, Halıcıoğlu’nda, Hasköy’de, Tarlabaşı’nda, Pangaltı’da oturan Rum, Yahudi ve Ermeni’nin yaşam düzeylerinin Müslüman komşularından pek bir farkı yoktu… Yıllarca anlatamamaktan, anlatmaya çalışıp anlaşılamamaktan yorgun düşmüştük…
O zor günlerden şimdilerin Türkiye’sine geldiğimizde, yaşanan her şeye rağmen, birtakım gerçekleri konuşmaya, dinlemeye hazır bir gençliği görmek insana umut veriyor. Aksel Bonfil’in yazıp, yönettiği IKSV Tiyatro Festivali kapsamında çevrimiçi gösterime girecek ‘Varlık’ isimli kulak tiyatrosu konusu ile bir dönemin Türkiye’sine ışık tutuyor. 1940’ların İstanbul’unda Varlık Vergisi’ne Galata’da sıradan bir ailenin perspektifinden bakan oyunu heyecanla bekliyorum. İstanbul içi rehberliğini yaptığım, kültür rotalarımda ara ara ufak tefek çatlak sesler hissetsem de bu konuları konuşabilmek, tartışabilmek bile bir aşama kaydettiğimizi bizlere gösteriyor. Kabullenme ve özür için daha çok yolumuz olsa da toplumun aynası olan sanatın bu alandaki işlevini önemsiyorum. Farklılıklarımız ile yüzleşebildiğimiz ve bir arada yaşamayı öğrenebildiğimiz sürece sağlıklı bir toplum yaratabilir ve “keşke gitmeselerdi” yerine “iyi ki hep birlikteyiz” cümlelerini kurabiliriz. Her türlü ötekileştirmeye karşı birlik olabilmek dileğiyle…