Amerika’da başlayan ve dalga dalga süren “me too” akımı, film ve dizi demeden her yere sızdı. Bazı üst düzey televizyon yöneticilerinin, yapımcıların sektörde cinsel olarak suiistimal ettiği kadınların hepsi diyemem ama önemli bir kısmı pandoranın kutusunu açtırmıştı.
Akımın Türkiye’ye gelmesi esasen bir başlangıç olabilirdi fakat konu öylece üstten gündemi es geçti…
Kaderin patronu var mıdır diye bir soru olsaydı, kesinlikle adı cesaret derdim. İlk adımı atmak, ilk kelimeyi söylemek, bazen sonrasını düşünmemek, bazen gemileri yakabilmek, bazen de durduğun yerde durabilmek! Daha da önemlisi bunların en azından çoğunu, ne zaman ve nerede uygulaman gerektiğini algılayabilmek. Bu da cesaret bilinci ya da cesur yürek demek. Yani cesarete zihinle de, kalple de ulaşım olanakları var. Yeter ki zerresi olsun…
Aslında hayatın seni getirdiği uçurumun ötesine atlayabilmek ya da düşmek arasında yapılan seçim. Dizi de böyle bir yerden açıyor hikâyesini.
Taciz, cinsel suiistimal, mobbing…
‘The Morning Show’ Jennifer Aniston, Steve Carell, Reese Witherspoon’un başarıyla canlandırdığı karakterler, haberin merkezindeki gazetecilere hayat veriyorlar. Haliyle dizi çoğunlukla haber merkezinde geçiyor. Sabah haberlerini sunan anchor işyerinden birçok kişiyle cinsel ilişkiye girdiği ve bunun için otoritesini, mevkiini kullandığı için görevden alınıyor. Aslında eylemin kendisini yaparken değil, şikayet edilip eylemi ortaya döküldüğü için görevden alınıyor. Ahlaki bakış diyaloglarda sürekli sorgulanıyor.
Fakat olaylar öyle bir noktaya geliyor ki, en üst yönetimin bile bunun farkında olup erkek habercinin kabahatini örtmeye çalıştığı anlaşılıyor.
Gelelim Türkiye’ye.
Bugüne kadar duyduğum birkaç taciz ya da mobbing vakası, haberi çıktığı gibi ortadan kayboldu. Kimse söylemek istemiyor. Kimse bahsetmek istemiyor. Hatta mümkünse unutup hiç hatırlamak istemiyor.
Böyle olduğu sürece de nice koltuklar bunu olağan bir hak haline getiriyor. Fakat bugünün dünyasında değerler de değişiyor. Eski sert kabukların yerine daha ince görünür akışkan değerler hayatımıza oturuyor. Yani “Ben zorlamadım, kendi isteğiyle oldu” demek açıklanası bir durum değil artık. Sorumluluğun mevkiin, karşındaki kişiden büyükse o kişiyi buna mecbur bırakmış sayılıyorsun. Yani bir anlamda teklif edilmesi dahi düşünülemezlerin arasına giriyor. Biliyorum henüz Türkiye için erken belki bu bakış açısı ama bizde de bir şeylerin değişeceğine eminim. Yeter ki kadınlar hemcinsleri için “Aman o zaten şöyle” diye cümlelere sığınmasın.
Fakat bunu çözmenin bir başka yolu da var ki o yol Türkiye’de mümkün değil. Yani açığa çıkarma yolu bile daha kolay. Bahsettiğim mümkün olmayan yolu ‘liyakat’. O da şu an Türkiye’deki en büyük yara. Kimin nerede, neden oturduğuna dair kimsenin bir fikri yok.
****
Korona karanlığı
Canım anneannemi geçen pazar COVID-19’dan kaybettik. O kadar berbat bir hastalık ki, ne gidebiliyorsunuz, ne görebiliyorsunuz, ne de başında elini tutabiliyorsunuz. Daha hastane koridorunda bir korku kaplıyor insanın içini, yoğun bakımdan bahsetmiyorum bile.
Çok ani ve acı bir deneyim. Açıklanan hasta sayısı ve ölenler diye yazılan rakamlar koca bir palavra. Hastanede, mezarlıkta gözlerimle gördüm. Hastane neredeyse komple COVID’di. Mezarlıklar hafta sonu süper market kalabalığı gibi! Şok oldum. Hayatımda böyle yoğun görmedim hiçbir mezarlığı. Her yerden bir tabut çıkıyordu. Ve çoğu koronadan ölmüş. Kulaklarımla duyduğum için biliyorum. Şeffaf olmayan devletin verdiği tedaviyi şuan doktorlara olan saygımdan tartışmak istemiyorum. Elbet bu günler de bitecek…
Anneanneciğimden o kadar çok şey öğrendim ki, bir dahaki yazımda onun ilginç hikâyesini anlatacağım. Üç kuşak çalışan kadınların torunu ve kızıyım.
En önemlisi anneannemden cinsiyetsiz duruşu öğrendim. Ne garip değil mi? Hem de o jenerasyondan! Yıllarca çalıştığı için becerinin, zekânın kıymetini bilir kadın ya da erkek diye bakmazdı. İşin kendisi heyecanlandırırdı onu. Ve anneannem 84 yaşında bu dünyaya veda ederken hâlâ tanıdığım birçok insandan daha fazla vizyon sahibiydi.