Çok direndim yazmak istemedim felaketleri. Yazmak istemiyordum kaderin döngülerini, yazmak istemiyordum “Tarih tekerrürden ibarettir” ifadesini, ettirme o zaman tarihi değil mi? Ama zorundayım. Hangi felaketimizden başlasam bilemez bir haldeyim? Salgın hastalıklar mı? Depremler mi? Dünyayı cehenneme çevirdiğimiz dünya savaşlarımız mı? Kölelik mi? Anlatmakla bitiremem yarattığımız bu çarpık, çifte standartlı, sahte medeniyetimizi…
Mesela kölelik bitti mi? Asla bitmedi. Evrildi. Modern köleleriz artık. Beton binalarda çalışan, sabahtan akşama kadar gün yüzü görmeyen, kapalı, camlı odalarda, küçücük masalarda, zamanla yarışarak hatta zamana karşı yarışarak, tam zamanında yapmamız gereken işlerimiz yapmak zorunda olarak yaşayan, minik minik tabaklarda ayaküstü bir şeyler atıştırıp gece uykularında reflüden uyuyamayan, belli kurallara uyma zorunluluğu olan giysilerimiz, yüzlerimiz, ellerimiz, ayaklarımız, ayakkabılarımızla çok ama çok tekdüze, yine de mutlumsu sahtekâr gülüşlerimizle etrafa sırıttığımız, iş arkadaşınızla rakip olduğunuz için şikayet etmekten mümkünse kaçındığımız boyalı hayatlar… Akşam eve gittiğimizde yorgunluktan uyuyamıyoruz çoğumuz. Kölelik denince akla gelen ilk ülke olan ABD 1862’de kaldırdı köleliği. Ama aslında kölelik evrildi. Şimdi diyeceksiniz ki çalışmayı kölelik olarak mı anlıyorsun? Hayır, çalışmayı sevsem de istediğin anda derin bir nefes almak için çalıştığın binanın dışına bile çıkamamayı; çıkmak istediğinizde yöneticinizin size ‘Herhalde delirdi’ diye bakan yüzünü sevmiyorum. Bu kadarı da bana göre kölelik…
İnsanlık çamaşır makinesini, bulaşık makinesini, telefonu, gemileri, uçakları, bilgisayarları icat etti etmesine de ihtirasını yönetmeyi, hırslarına yenik düşmemeyi, insanların haklarını yememeyi, bir diğerinin yanlışına düşmemeyi, o yanlışı kendi doğrusu haline getirmemeyi öğrenemedi, empati yapmayı öğrenemedi. Dini siyasete alet etmemeyi öğrenemedi, emperyalizmin yanlışlarını kapitalizme çevirerek daha büyük kaoslara düşmemeyi öğrenemedi, aç yatan insanların, yiyecek bir lokması olmayanların önünde yemek dolusu masalarını ifşa etmemeyi öğrenemedi, bilimi; bilimsel doğruları siyasetçilerin sahtekârlıklarına kurban vermeyi öğrenemedi. Mesela deprem haritalarının nasıl okunacağını biz Türkler hiç öğrenemedik. MTA Genel Müdürlüğü 1970’li yıllardan itibaren diri faylar hakkında bilgi üretmiş. Genel Müdürlükçe bu konuda yapılan çalışmalar kapsamında 1987 yılında ülke genelindeki diri faylara ilişkin kapsamlı bir rapor yayımlanmış (Şaroğlu ve diğerleri, 1987) ve sonrasında bu raporun eki olan Türkiye Diri Fay Haritası kamuoyunun kullanımına sunulmuş. (Şaroğlu ve diğerleri, 1992). Bu haritada İzmir çevresinde bazı diri faylar haritalanmış ve özellikleri hakkında bilgi verilmiş. Ancak, izleyen yıllarda İzmir ve yakın çevresinde yapılan çalışmalarda bölgede bilinenden daha fazla deprem kaynağı olduğu yönünde bulgular toplanmış. (Barka ve diğerleri 1996; Emre ve Barka, 2000). Barka, 2002 yılında kaybettiğimiz jeolog Aykut Barka; adını sokaklara, parklara verdiğimiz bilim insanımız. Evet, iyi yaptık bu değerli insanın anısını yaşatmak adına ama keşke bilimsel eserlerine de dönüp baksaydık. İzmir ve Ege Bölgesi için verdiği bu bilimsel veriler sayesinde İzmir’de nereye bina yapıp yapamayacağımızı kavrayabilseydik. Bunca insanımızı daha yaşam öykülerinin başında topraklara vermeseydik. Tabi vicdansız, insafsız, kul hakkı yemekten zerrece utanmayan, bütün bu dinsel terimlere sığdırmaya çalıştığım ama yetinemeyip ahlaksız, şerefsiz, utanmaz, para hastası, açgözlü filan diye devam edeceğim müteahhitleri, yerel yöneticileri, bunlardan sorumlu bürokratları, ilgili devlet sorumlularını, bir türlü tecelli edemeyen hukukumuzu, barışta yaşamamıza rağmen adeta bir savaş suçlusu gibi yargılanması gereken bu kitleyi sadece Allah’a havale edebiliyoruz sadece o kadar…
Kendimi tutamayıp ülkemizi de içine sarıp sarmalayan COVID-19 felaketinden ve salgın hastalıkların tarihsel serüveninden de kısaca söz etmek istiyorum. Çünkü kurduğumuz bu şahane medeniyet aslında bu virüsün sorumlusu. Bin bir türlü silah, nükleer bomba, lüks üretmekten vazgeçemiyoruz ama mesela gözle görülemeyen bir virüs şahane medeniyetimizi yerlere seriverdi. Bu işler yüzyıl önce 1918’te de İspanyol Gribi illetiyle topraklarımıza girmişti. İngilizceden tercümesi nedeniyle bu adı alan bu virüs aslında dört yıl boyunca, I. Dünya Savaşı’nda birbirini para pul, enerji kaynaklarının paylaşımı için boğazlayan, bütün bu kanlı cepheler yüzünden yeryüzünde tüm ülkelerden 65.038.810 asker savaşa katıldı ve resmî rakamlara göre toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve 7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştı[1]. Muhtemelen açlık, sefalet, kaos nedeniyle yiyecek bir lokma bile bulamayan bu coğrafyalarda yaşayan insanların bağışıklık sistemlerinin çökmesi İspanyol Gribi virüsünün insanlığın bir bölümünü yok etti. Hindistan’da 17 milyon kişi, yani ülke nüfusunun yüzde 5'i bu hastalıktan öldü. ABD’de ise 675.00 bin kişi, Britanya’da 250 bin, Fransa'da ise 400 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor.
Şimdi sorunuzu duyar gibiyim peki şimdilerde dünya savaşı da yok, nereden çıktı bu virüs? Evet, yok ama adı konmamış savaşlarda her gün, her an cephedeyiz. Cüzdan, zaman ve ihtirasları arasında sıkışmış kişiliklerimizde hem iç dünyamızın hırslarıyla hem de tüketim dünyasının bombardımanlarıyla savaşlar içindeyiz. Her yanımız alışveriş mabetleriyle dolu ve biz bu arzu savaşlarında sürekli cephe gerisinde kan kaybediyoruz. Belki de bugünün dünyasında bağışıklıklarımız bu yüzden çöktü. Belki de kıyılara vuran bebek, çocuk mülteci cesetlerini görmekten, masum insanların tepelerine yağan bombaları evlerimizde leblebi, çekirdek yiyerek izlemekten, depremlerde deniz kumundan yapılmış demirsiz binalarda gencecik hayatları topraklara gömmekten, masum kedilere, masum köpeklere işkence yapan pis varlıklarla aynı dünyayı paylaşıyorum diye kahrolmaktan, kadınlara yapılan cinayetleri izlemekten, zengin ama ahlaksızların itibarlarından falan da çökmüş olabilir bağışıklıklarımız. Olası yani…