Gözümüzü açıp kapayana kadar geçen kısa sürede korona virüsünün küresel salgına (epidemi) dönüştüğünü gördük. ´Hakikat-sonrası´ (post truth) döneminin ilk büyük/küresel ´hakikati´ kapımızı kırıp içeri daldı. Şehirler kapandı, kapanıyor. Orta Çağ´ın taunları bizi hem de bu teknoloji düzeyine ulaşmışken yeniden esir aldı. Bazen durup bütün bu yaşadıklarımız gerçek mi diye soruyorum.
Epey bir zamandır, ‘gerçeğin gerçekliğini’ anlamakta zorlanıyoruz. Özüne bakarsanız bu noktaya adım adım geldik. Gerçeklik tartışmaları henüz sanal dünya dört yanımızı bu kertede kuşatmamışken başlamıştı. Bunları yazarken aklımdan çarpıcı düşünceler üreten Fransız sosyoloğu Baudrillard’ı geçiriyorum. Hem de iki nedenle.
Bir kere, şimdi pek hatırlanmıyor ama Amerika 17 Ocak 1991’de Kuveyt’i işgal eden Irak’a karşı Çöl Fırtınası harekâtına koyulmuştu. (O sabah, babamla Ankara’dan İstanbul’a yataklı trenle gelmiş, tepeden tırnağa kara gömülü bir kente inmiştik. Çok erken uyanan iki insan, sabahleyin henüz masaların hazırlanmadığı ‘vagon restoran’da kahvaltı beklerken 7.30 ‘ajansından’ öğrenmiştik savaşı. Tıpkı, Marmaris yolundayken arabamız (Chevrolet/Biscayne 1965) bozulduğu için Aydın’da verdiğimiz zorunlu molanın sabahında Türkiye’nin Kıbrıs çıkarmasını gene 7.30 ajansından öğrendiğimiz gibi: 20 Temmuz 1974.)
Baudrillard, sonradan sağır sultanın bile duyacağı iddiasını daha savaş başlamadan Liberation gazetesinde yayınladığı makalesinde dile getirecekti: Körfez Savaşı Olmayacak (La Guerre du Golfe n'aura pas Lieu). (Bilenler bilir: bu ad, büyük Fransız oyun yazarı Jean Giraudoux’nun Truva Savaşı Olmayacak -La Guerre de Troie n’aura pas Lieu- oyununa telmihtir. O oyun, bilimsel, toplumsal/siyasal gerçeği kavramak, o gerçeklerin toplumsal zihinde nasıl konumlandırıldığını saptamak bakımından durmaksızın okunması gereken yapıtlardan biridir benim için.)
Savaş başlayınca bir makale, bitince üçüncü bir makale yazdı ve bunları aynı adlı bir kitapta topladı: Körfez Savaşı Olmayacak. İkinci makale yayınlandığında “Savaş olmuyor” diyordu. Bitince yazdığı makalede de “Olmadı” dedi. Daha şaşırtıcı ne söyleyebilirdi ki? Onun olmayacak, olmuyor, olmadı dediği savaşı biz ‘embeded/gömülü kameralar’ aracılığıyla televizyon karşısında, evlerimizde, ofislerimizde ‘canlı’ izliyorduk.
Baudrillard hiç içine girmeden savaşı bir video oyunu gibi izleyişimize dayanarak ve Amerika’nın büyük hava gücüyle zarar verip hiç zarar görmemesini işaret ederek yaşanan savaşı ‘olmayan, cereyan etmeyen’ bir savaş olarak nitelendiriyordu ki, evet, savaş kuramlarının büyük yazarı Clausewitz’in ‘düello’ olarak nitelendirdiği çarpışma mantığı karşısında Baudrillard haklıydı.
Biz ‘göz görmezse gönül katlanır’ diyen bir kültürün insanlarıyız. Yani görmek bizim için esastır. Ama bu defa gördüğümüz şeyin cereyan etmediğini öğreniyorduk. Öne sürülen bu sav belki görsellik kuramında (visual theory) ‘görüntü’nün (‘zahirin’) ‘yalan’ oluşunu (‘yalan dünya’ deyimini anımsayalım) benimsediğimiz ölçüsüde doğruydu ama biraz da ‘fazla doğru’ydu.
Fazla doğru olan şeyler, inandırıcılığını yitirecek kertede doğrudur. (Nitekim öyle bir kavram var: hyperreal: yüksek gerçek.) Böylece hem gerçeğin gerçekliğini yitirdik hem de gerçeğin her zaman doğruya, doğrunun da gerçeğe tekabül etmediğini öğrendik. Fransız düşünür bize bu ‘gerçeği’ bir kez daha anımsatıp bizi sarsıyordu. Gerçekle ilişkimiz değişmiş, yeniden kurulmuş ve/ya kopmuştu.
Acaba diyorum yaşasaydı hoca korona için de benzeri bir şey söyler miydi? Cevabım mütereddit ve ölçülü bir evettir. Şundan...
The Agony of Power isimli, 2005 yılında (2007’de öldü) yayınladığı kitabındaki makalelerin birinde (‘Where Good Grows’) Baudriallard ‘virüs’ kavramı üstünde duruyordu. Doğaldı, çünkü dünya öldürücü virüs kavramıyla AIDS hastalığıyla birlikte 1980’lerde tanışmıştı. Önüne geçilmez bir taun gibi ortalığı kasıp kavuran hastalık sadece hastalık olarak kalmamış yerleşik tüm kültür anlayışını alt üst edip yeni bir kültür üretmişti. (Bir epideminin, pandeminin asla hastalıkla sınırlı olmadığını biliyoruz. Hastalıklar bile hastalıkla sınırlı değil. Buyurun, Susan Sontag’ın Bir Metafor Olarak Hastalık başlıklı kitabı orada duruyor.) Yeni Sağ, neo-liberal politikalar AIDS’i önemli dayanak noktalarından biri yaptı.
Bunlara bakarak Baudrillard, virüslerin zihnimizde artık umarsız, ölümcül kavramlarla yer değiştirdiğini belirtiyor, 1970’leri kasıp kavuran terörün yerini onların aldığını vurguluyordu. Baudrillard için virüsler ebedi ve ezeli ‘Kötülük’ (Evil) düşüncesinin yeni aşamasıydı. İnsanlığın bilinç ürettiği dönemlerden beri sistemleştirdiği Kötülük düşüncesi, korkusu şimdi virüs sözcüğüne saklanmıştı. Düşünür, buna ‘virüsün terörü, terörün virüsü’ diyordu. Eh, ardından da bilgisayar virüsleri gelince virüs büsbütün ‘tedhiş elemanı’ oldu. Bugün de ‘virüsün terörü’nü yaşıyoruz. Baudrillard kehanetinde, daha doğrusu ‘teolojisinde’ haklı çıktı.
O terör, ‘dehşet’ duygusunu tetikliyor. Korkunun ölçüsüzce hayatımıza hâkim olduğu noktada ne yapacağımızı bilemeyiz. Bu manadaki korku paniktir, panik de bir terördür. Güvenlik konusunu fikr-i sabite dönüştürmüş, panik duygusuna teşne Amerika’daki korona tedhişi karşısında insanların neredeyse ‘sapkınlık’ diyeceğimiz davranışlarını gördük. ‘Panik alışverişi’ çılgınlık boyutuna erişti. Doğal, çünkü tepkimizin dibinde Pan yatıyor.
Pan, Yunan mitolojisinin garip bir Tanrısı. İnsan başı ve göğsüne sahip. Göğsünden aşağısı keçi. Her yeri kıllarla kaplı. Bir tür Baka/Bakhüs. Kamıştan flütünü (‘pan’) çalıyor, eğleniyor. Çılgınca bir kadın tutkusuna sahip. Tüm kadınları elde etmek istiyor, bunun için her yolu mubah görüyor. Bir tek Eko ona direniyor.
‘Panik’ sözcüğü Pan’ın kadınlar üstünde yarattığı dehşetten türüyor. Bize insanlık değerlerimizi unutturan, içimizde saklı tuttuğumuz, vahşi/hayvani hislerimizi anımsatıyor: paniklediğimizde insan olmaktan uzaklaşıyoruz. Şimdi virüslerin hayatımızı tehdit ettiğini düşündüğümüz, hissettiğimiz anda gösterdiğimiz davranış odur, paniktir, bildiğimiz davranışlarımızdan uzaklaşmaktır. (Bu arada, ‘tehdit’ sözcüğünün de ‘hudut’ yani sınır sözcüğüyle, onun da kırma, korkutma sözcükleriyle ilişkisine ne demeli?)
Kendimize yabancılaşmaktır paniği yaşamak. Kendimizden bir kez kopunca ardından depresyon, melankoli geliyor. Giderek, kurtarıcılara ihtiyaç duyuyoruz. Hülasa, virüsler, evet, hayatımıza el koydular. Gerçek oldukları kadar gerçekten ötesine geçen bir yanları var. Hele bu ‘gerçek sonrası’ dönemde iş büsbütün karmaşık. Çünkü gerçeğin gerçekliğini yitirdiğimizde kendimizi de yitiriyoruz.
Galiba en iyisi Behçet Necatigil’in Panik şiirini okumak. O uyarıcı şiirin daha girişinde ‘Artık ıssız kırları bıraktı Pan;/Şimdi birçok ülkelerin milyonluk kentlerinde/Asfaltlarda, betonlarda dolaşıyor’ diyordu büyük usta.
Yalan değil!...