İki kere öteki: Hem kadın hem Yahudi, Ruth B. Ginsburg

Selin SÜAR ORAL Köşe Yazısı
4 Kasım 2020 Çarşamba

 

Ruth Bader Ginsburg ismini daha bir ay öncesine kadar bilmiyordum. Bu ufak tefek yapılı, iri gözlü kadın meğer dünyanın en etkili yirmi kadını arasında yer alıyormuş. İlk başta neden bir hukuk mensubunun ölümü Amerika’da bu kadar ses getirdi sorusunu kendime sormaya başladım. Sorunun cevabını almak için Ginsburg’un hayatını okudukça ve 2018 Amerika yapımı bir belgesel film olan RBG'yi izledikten sonra kendisine olan hayranlığım daha da arttı. Düşünsenize, 30’lu yılların başında New York’ta Odessa’dan göçen Yahudi bir baba ile Avusturya Yahudi’si olan bir annenin kızı olarak dünyaya geliyorsunuz. Zor bir çocukluk dönemi yaşayıp, tam ergenlik döneminde annenizi kaybediyorsunuz. Hayattaki en önemli desteği tam ihtiyaç anında kaybetmek bir kız çocuğu için zor olmuştur kuşkusuz... Bunun yanında Amerikan toplumu gibi yazılı olmayan bazı kuralların toplum içerisinde geçerli olduğu, ırk ayrımcılığının son raddede yaşandığı zamanlarda da hem Yahudi hem de kadın kimliğinizle kendinizi kabul ettirme gayreti içerisinde Amerika’nın en iyi okullarında üstün başarıyla okuyarak, sonrasında akademisyen olup yine erkek egemen bir meslek grubu içerisinde kendinizi kabul ettirme gayreti içerisinde oluyorsunuz. Hata yapmaya yer olmayan, sürekli olarak erkeklerin “Bu mu bu işi yapacak?” şeklindeki yaklaşımları altında en iyisini yapmaya çalışıyorsunuz. II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesinde az sayıda okuyan kız öğrenci olmasından mı bahsedelim, yoksa Columbia Üniversitesini birinci olarak bitirmesinden mi; bilemiyorum. Açık olarak tek söyleyebileceğim şey, Ginsburg’un hayatının sürekli olarak mücadele içerisinde geçtiği ve sonra o mücadeleyi başarılı bir şekilde kazanmasıdır. Teknolojik gelişmeyle, toplum içerisinde kadına gösterilen anlayışın birbirine paralel gitmediği varsayımından yola çıkarsak, 50’li- 60’lı yıllar Amerika’sında kadınların toplum içerisinde bir var olma savaşı verdiğini söyleyebiliriz. Ginsburg’un öğretim hayatında yaşadığı başarılar ve sonrasında bir kadın akademisyen olarak hayatını sürdürmesi de bu yıllar ve sonrasına denk gelmektedir. Sürekli düşünsel üretime dayalı bir hayat sürmüş olan Ginsburg’un kendi özel hayatında da sağlık sorunları ile sürekli boğuştuğunu, 50 yıllık hayat arkadaşı Martin’i kanserden kaybettiğini, daha sonra kendisine de aynı hastalık için teşhis konulduğunu ancak mücadeleyi sonuna kadar sürdürdüğünü biraz üzülerek biraz da içindeki yaşama azmine hayran kalarak öğrendim. Amerikan Yüksek Mahkemesi üyesi olmadan önce de toplumun sorunları ile yakından ilgilenmiş olan Ginsburg, herhalde yaşadığı zor ve mücadeleci hayattan olsa gerek bireylerin sorunlarından çok uzak bir hukuk anlayışı benimsememişti. Bu azimli kadın, tam tersine Amerikan toplumunda tabu olan cinsiyet ve kürtaj hakları ve yerel Amerikalıların uğradığı ayrımcılıklar gibi konulara cesurca değinmiş. Çevre konularında da hassas olan Ginsburg, çevre hukuku literatüründe yer alan ‘kirleten öder (polluter pays)’ yaklaşımının Amerikan hukuk sistemi içerisinde yer almasında önemli rol oynamıştı. Yaşam savaşının artık son raundunda ringden inmek isteyen bu minyon, ama dünyaya kafa tutan başarılı New York Yahudi’si kadın geçtiğimiz ay aramızdan ayrıldı; kendi gibi nicelerinin var oluş savaşında kazandırdığı mirası yine biz kadınlara bırakarak...