Pandeminin ne tür bir travma yarattığını araştırmaya ve anlamaya çalışırken bildik bir başka ‘doğal’ afet olan depremin travmasını göğüslemek zorunda kaldık. Aynı anda birden fazla travmatik olay ile karşılaşmak beynimiz başta olmak üzere bedenimizin dört bir yanındaki savunma sistemlerini dinmek binmeyecek bir alarma geçirdi. Talihsizliğin hep bize düştüğü yargısında acele etmeyelim, kafa kesme eylemleri ya da maden ‘kaza’ları, seller, yangınlar şekline girmiş felaketler yayıldıkça yayılıyor. Bir başka yanılgı da terör ile doğal afetin birbirinden apayrı kaynakları olduğunu düşünmek olur. En güncel haliyle SARS-CoV2 (ya da ‘korona’) ve deprem ‘doğadan’ gelse bile, insan eliyle hayatlarımıza kast ediyor. Salgının yönetimindeki beceriksizlikler ve göstermelik uygulamalar, depremin yıkıcılığından insanları koruyacak yapısal düzenlemelerin yapılmamış olması gibi yönetimsel kusurların yanına devletin salgından ya da yıkımdan kendimizi koruma sorumluluğunu üstümüze yıkmasına ses çıkartmayıp tek tek her birimizin kendi işimize geleni yapmasını, oportünizmini eklersek insan etkeninin birey ve kurum düzeyindeki yansımasını buluruz. Doğal olmayan bir doğallık var.
Hepimizin yüreğini yakan enkazdan kurtarılış hikâyeleri binaların neden yıkıldığını, ne yapılsaydı yıkılmayacağını sorgulamayı unutturmamalı. Ekranlarda görüp duyduğumuz telefon görüşmeleri, sesler ve yazılar, görüntüler, bebeğiyle dedesiyle insanların can pazarından gelir. Ölümü sıradanlaştıran, ölüm karşısındaki korumasızlığımızı (kahramanlık hikâyelerinin ve mucizelerin görünüşteki optimizmine rağmen) gösteren bu yayınlarla ölüme alışmayız, ama ölümlerin verdiği acımızı yaşamak zorlaşır. Ölümü ve yıkımı kanıksamaya başlarız. Bir yandan da başkalarının başına gelen bir şeydir ölüm, bizi yoklamasına pek ihtimal vermeyiz. O nedenle ölüme karşı kendimizi korumaktansa ölümün bize uzaklığını gösterecek biçimde tehlikeyi umursamazlığımız ile iyice ölmez hissederiz. Büyük afetlerden bizi korumasını beklediğimiz kurumsal yapılara güvenin sarsılması ile riskli ve tahripkâr davranışlara eğilimimiz artar.
Şiddetli ve yıkım yaratan büyük bir deprem felaketini yaşayan herkesin ağır ya da hafif psikolojik rahatsızlıklar ve zorlanmalar yaşaması normaldir. Fakat bunun normal ya da beklenen bir süreç olması, müdahale edilmeyeceği anlamına gelmemelidir. Ruhsal travmanın etkilerini birey düzeyinde anlamak, toplum düzeyinde toparlanma çabaları için gereklidir. Travmatize insanların ayakta tutulması için bilmemiz ve ilk adımda yapmamız gerekenleri 1999’daki büyük depremden bu yana değişik felaketler nedeniyle defalarca yazdım. O nedenle sadık okurlarım araştırmaya dayalı kısımlar güncellenmiş olsa da bu yazının kalanındaki satırların bir kısmını tanıdık bulabilirler.
***
Ruhsal travma, “Dış kaynaklı bir felaketin yarattığı zihinsel durumun sonucu olarak, bireyin kendini geçici olarak çaresiz hissetmesi ve daha önceleri işe yarayan savunma ve başa çıkma mekanizmalarının işlemez hale gelmesi” olarak tanımlanabilir. Depremin kendisi ve sonrasında olanlar başlı başına anormal bir durumdur. Bu anormal duruma karşı ortaya çıkan tepkilerin de anormal nitelikte olması beklenir. Şiddetli bir depremden hemen sonra, en sık görülen durum şoktur. Hatta bazı insanlarda şok o derece ağırdır ki, duyguları ifade etmek çok zorlaşır. Bir donukluk ortaya çıkar. Bu durum, aslında yoğun sıkıntıya karşı organizmanın vermesi beklenen bir tepkidir. Bir süre için kişi kendini uyuşmuş, yaşamdan kopmuş gibi hissedebilir. O kopukluk, bir süre için ruhsal travmanın etkilerinin yıkıcı olmasını önleyebilir.
İlk şoktan sonraki tepkiler kişiden kişiye ve aynı kişide zaman ekseni boyunca farklılıklar gösterir. Korku, endişe, suçluluk, pişmanlık, öfke, karamsarlık, panik, çaresizlik ve utanç gibi duygular çok derin ve yoğun yaşanır. Bu duygularda ani iniş-çıkışlar olur. Travmatik olayla birlikte ya da olaydan bir süre sonra başlayıp, müdahale edilmediği takdirde aylarca sürmesi muhtemel olan diğer belirtiler ise; insanlardan uzaklaşma ve yabancılaşma, psikosomatik şikayetler (karın ağrısı, döküntü gibi), ‘disosiyatif’ belirtiler (rüyada gibi hissetme, çevreyi ve bedeni değişmiş gibi algılama), yorgunluk/ bitkinlik, konsantrasyon bozukluğu, travmatik olayı tekrar tekrar yaşıyormuş hissi, sürekli ‘teyakkuz’ halinde olma ve kendi kendine zarar verici davranışlarda bulunma olarak özetlenebilir.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu semptomları genellikle yaşanılan travmadan sonraki üç ay içinde başlamaktadır. Ancak bazı kişilerde bu semptomlar daha geç, hatta yıllar sonra bile ortaya çıkabilir. Bazı kişiler ise travma sonrasında minimal semptomlara sahipken, yaşamlarının daha sonraki yılarında büyük krizler yaşayabilirler. Travmanın etkisi, algılanması güç ve yıkıcı olabilir.
***
Travma sonrası psikososyal destek önemlidir, ama nasıl sağlanmalıdır? Birçok kişi psikososyal desteğin sadece psikolojik sorunların ‘terapi’ ile halledilmesinden ibaret olduğunu düşünür. Oysa afet dönemlerinde psikososyal desteğin en önemli ve ilk basamağı fiziki ihtiyaçların öncelikle karşılanması ve bilgi akışının saydamca gerçekleşmesidir. Öncelik bölgedeki insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasında, uykunun, beslenmenin, gündelik yaşam rutinlerinin, gündelik hayat güvenliğinin sağlanmasında, ne olup bittiğinin, kimin başına ne geldiğinin, ölümlerin bir an önce aydınlatılmasında, bilgi akışının dürüstçe ve saydam bir şekilde gerçekleşmesindedir.
1999 depremi sonrasında yürüttüğümüz geniş çaplı müdahale çalışmasının sonuçlarını 2002 yılında değerlendirirken depremin öncesindeki ve hemen sonrasındaki olayların ve kişisel özelliklerin etkisine bakmıştık (bkz Laor et al, 2002, J Nerv Ment Dis). İlk akşamları aç, açıkta ve uykusuz geçirmiş olan çocuklar ve gençler travmanın uzun vadeli etkilerini daha şiddetli yaşamışlardı. Yakınlarını kaybedenler, insanların yaralanmasına ya da ölümüne tanık olanlar, kendileri enkaz altında kalanlar travma sonrası stres bozukluğu belirtilerini geliştirdiler; müdahale çalışmamızda iyileşmeleri diğer çocuk ve gençlere göre çok daha fazla zaman aldı. Bu bulgulara bakılırsa, ilk günlerden bu riskleri taşıyanları saptayarak ruh sağlığı açısından önceliklendirirken, yiyecek, barınma, temizlik gibi ihtiyaçları eksiksiz karşılayarak riskleri azaltmaya hemen başlamak mümkün.
Psikolojik bakış mutlaka ruh sağlığı alanında çalışan kişiler tarafından uygulamaya geçirilecek bir ‘metot’ değil, aksine kişinin ruh ve beden bütünlüğünü esas alan bir perspektiftir. Polisinden başbakanına, belediye reisinden öğretmenine her kademedeki uygulamanın içinde yer alması gereken, her sorumlu ve görevlinin ‘psikososyal yardım elemanı’ gibi hareket etmesini gerektirir. İzmir’deki deprem sonrası Büyükşehir Belediyesinin harekete geçirdiği ülke çapındaki yardımlaşma refleksi bu davranışın topluma doğallıkla yayılmasına bir örnek sayılabilir.