Kasım’ın dokuzunu onuna bağlayan o gece

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
11 Kasım 2020 Çarşamba

Her kasım ayı geldiğinde aklıma düşen ilk şey ayın onudur. Darmadağın olmuş bir halkın, bin bir güçlük ve özveriyle ayakları üzerinde yükselmesini, örümcek ağları ile örülmüş penceresinden aklın, bilimin, ışığın girmesini sağlayan, yalnız milletine değil, birçok ulusa ilham kaynağı olmuş Atatürk’ün son saatlerinde, kaderin nasıl bir cilvesi ise, Dolmabahçe’den çok uzaklarda, Almanya sokaklarında, meydanlarındaki pogrom, adeta rol kapmaya çalışmaktadır kendisinden… Kasım’ın dokuzunu onuna bağlayan o gece…

Mirasını “Yurtta sulh cihanda sulh”; “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir”; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”; “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” gibi anlamlı sözlerle aktaran bir yıldızın sonsuzluğa göçü ile, bünyesinden nice bilim insanı, sanatçı, edebiyatçı, düşünür çıkaran bir toplumun içinden fışkıran nefretin neden olduğu olayların aynı geceye denk gelmesi, anlam yüklenmemesi gereken bir tesadüf müdür, yoksa tarihin satır aralarında verdiği bir mesaj mıdır?

Değişik kökenlerden gelen, değişik beklentiler içinde yaşama tutunmaya çalışan ulusu, ülkeyi yangın yeri haline getiren büyük bir savaştan, altından kalkılması çok zor bir yıkımın eteğinden çekip çıkartmak kolay olmasa gerekti. Sevres’in şartları Anadolu insanı için nasıl kabul edilemez idiyse, Versailles’ın şartları da Alman halkı için bir o kadar prangaydı. Gelin görün ki, Atatürk’ün, 1923’te Cumhuriyet ile taçlandıracağı Türkiye’nin kuruluş yıllarında Almanya’daki bir başka Cumhuriyet, Weimar Cumhuriyeti, cılız temelleri üzerinde gidip geliyordu…

1933’te Hitler başbakanlığın kendisine verdiği yetkileri zorlarcasına hareket ederken, Türkiye, on yılda on beş milyon genç yaratmıştı her yaştan. I. Dünya Savaşı’nın onbaşısı Adolf Hitler yeniden asker üniforması ile meydanlarda nutuklar atarken, aynı savaşın muzaffer komutanı Mustafa Kemal, çoktan üniformasını çıkartmış, yaptığı olağanüstü devrimlerle, halkını muasır medeniyetler düzeyine getirmek için memleketi bir uçtan diğerine arşınlıyordu.

Ve 1938 yılının 9 Kasım’ından 10 Kasım’ına akan gecesinin sabahında, bir ulus en kıymetlisini uğurlarken, diğeri sokaklarında, meydanlarında Kristal Gecenin enkazını kaldırıyordu. Yıllar önce, bir anma günü yaptığım bir konuşmanın en sevdiğim bölümü ile toparlamak istiyorum…

“Cam kırıkları saçılmış kaldırımların üstüne… Az ötede yakılan kitaplardan gökyüzüne doğru uzanan alevlerin kıvrımları, derin yaralar bırakarak giriyor insanların kalplerine… Kitaplarla aynı kaderi paylaşan evlerin, işyerlerinin, alev tepeleri haline gelmiş sinagogların pencerelerinden sağa sola saldıran oklar misali fışkıran kardeşleri, buluşarak yansıyor, cam kırıklarının üstüne.

Cam kırıkları parlıyor ölüm dansının en güzel örneklerini veren alevlerin altında. Başka ne yapsınlar ki. Onlar kendilerine biçilen mütevazı görevi yerine getirmenin telaşı içinde, insanlarla alay edercesine, parlıyorlar… Bu denli ihtişam dolu bir görüntünün böylesine gaddar, böylesine acımasız sonuçlara neden olması haksızlık diye düşünüyor insan. Bu basit bir yangın değil. Bu vicdanı dağlayan, insandaki güzeli, iyiyi yerle bir eden, adaleti, özgürlüğü, kardeşliği bir çırpıda yok eden bir vahşet. Etrafı kaplayan duman karabasan gibi çökerken yaşlı Avrupa’nın üzerine, ‘Yahudi’ olan her şeyi yutarken, iyiden iyiye hayatın içine girecek bir duygu, çaresizlik, alenileşiyor. Birileri kinin, nefretin, bağnazlığın pençesinde canavarlaşırken, ön yargının, düşmanlığın vurduğu diğerleri – veya ötekiler – hızla tecrit ediliyor toplumun genelinden. Gündelik yaşamda, yok etmek anlamsızca taçlandırılıyor, bir zevke, bir statüye dönüşüyor…”

Ne yazıktır ki, benzer şartlar oluştuğunda insan yine aynı insan oluyor ve “Bir daha asla” basit bir slogan olarak kalmaya devam ediyor. Etmemesi dileklerimle…