Aha-bath İsrael
Kıran kırana tartışmaları vardır Arendt (Yahudi asıllı siyaset felsefecisi, 1906-1975) ile Gerşom Şolem’in (Yahudi asıllı tarihçi, 1897-1982) arasında. Siyaset felsefecisi ile tarihçinin arkadaşlıkları belli ki yol ayırımındadır. Yahudi kökenlidirler fakat dünya kavrayışlarındaki ayrılıklar, artık üstesinden gelinemez boyutlara varmıştır. Anlaşmazlıklarının temelinde Yahudiliğin politik, tarihsel ve düşünsel analizlerindeki farklılıklar yatmaktadır.
Hatta Şolem tartışma zeminini aniden kaydırıp filozofa şöyle bir suçlama getirecektir: “Aha-bath İsrael (İsrail’e aşkınızdaki) eksiklik sizin temel sorununuzdur.” Şolem’i bunu yazmaya iten asıl neden bellidir: Bir ruh halidir bu öncelikle. Fakat bu ruh hali aynı zamanda Lessing’in de belirttiği gibi tarihin bir ‘bilim olarak’ sınırlarını da gösterecektir; tarihin hakikâtı ile aklın hakikâtı genel olarak birbirleri ile örtüşmezler diye belirtecektir Lessing. Yanlış da değildir bu tez. Tarihin hakikâtı muğlaktır, nesnel değildir. Akıldır hakikâte götürecek temel yolu çizen.
Arendt, kendisinden beklenebileceği gibi usta işi bir yanıt verecektir Şolem’e: “Haklısınız, çok haklısınız. Hiç böyle bir aşkım olmadı benim. İki nedeni var bunun: Öncelikle, yaşamım boyunca hiçbir toplumu sevmedim. Yahudi toplumunu sevmediğim gibi, Alman toplumuna da bir sevgi hissetmedim. İşçileri de hiç sevmedim. Tek hissettiğim ve inandığım ‘aşk’ insanlara duyduğum ‘aşk’ tır. İkincisi, ben bizzat Yahudi olduğum için ‘Yahudilere aşık olmam çok garip olmayacak mıydı?’ Kendi kendimi sevemem çünkü. Bir parçası olduğum kendi kişiliğimin bir parçası olan şeyi de sevemem” diyecektir.
Gerşom’a verdiği yanıt ile narsisizmin, toplumsal narsisizmin uzağında kalmayı önerecek, filozof aynı zamanda sadece Yahudilerin milliyetçilerine değil, diğer halklarınkilere de cevap vermiş olacaktı. Milliyetçiliğin gururu, ‘ben’in kendine olan düşkünlüğü kadar akıl dışıdır.
‘Herem’li Amsterdam’ı hatırlatmak
“Birisi (kimi zaman da bir halk) bir şey yaptıysa dikkat edin tekrar yapacaktır” demişti bir düşünür, 20. yüzyılın ikinci yarısında Arendt ile kanıtlanacaktır bu sıradan deyiş. Eichmann’ı yargılayan İsrail hukuk sistemini eleştirecektir Arendt. ‘Büyük felaketin’ veya Eichmann’ı savunusu değildir doğal olarak yapmak istediği; “Ülkemi hukuka uyduğu sürece ve ancak aynı oranda desteklerim” diyen Camus’yü önceleyecektir sadece. İnsan haklarının önceliğini ve bunun için de hukukun varlığının gerekliliğinin vurgusunu yapmak istemiştir Arendt.
Kitabının İsrail’de yayınlanmaması için ağır bir baskı uygulanacaktır. Uzun bir zaman sürecektir bu dışlanma ve tecrit.
Amsterdamlı’nın (Spinoza) Herem’i (Yahudi dinî mahkemesi) düşecektir akla. Kaderleri birleştirecektir ikisini de. 17. yüzyılın tecridi, Yahudi toplumunun yaşamda kalmak refleksi(!) adına 20. yüzyılda ona da uygulanmak istenecektir.
Suçu ağır olmalıydı; ‘büyük felaketi’ analiz ederken, Nazi bürokrasisinin katliamlardaki yerine işaret edecek ama; bununla birlikte dönemin Yahudi yöneticilerinin de dolaylı bile olsa, süreçteki kimi sorumluluklarına işaret edecektir.
Spinoza’yı başka bir anlamda da anımsatacaktır Arendt. Onun yaşadığı azınlık deneyiminin benzeri kendisini de etkileyecek ama bunun içine sıkışmayacaktır o da; evrensel olana bir sıçrama yapmayı başaracaktır aynı şekilde.
Yahudi’yi, paryalar ve sonradan görmeler şeklinde iki kesit olarak niteleyince, bir yönü ile bile olsa bu topraklar üzerindeki Yahudi yaşantılarına da neşterini vurmuş olmayacak mıydı? Sonradan görmeleri açgözlü, doymaz, azınlık yaşantısının saldırgan ve sefil bir bölümü olarak niteleyecekti. Güce boyun eğen, iktidara yakın olmayı, ihtiraslarını gerçekleştirmek ve yaşamda kalmak için tek yol bilecektir bu insanlar. Kendi çıkarlarını savunmayı erdemin bizzat kendisi olarak benimseteceklerdir dilenci olarak da niteleyebilecekleri paryalarına. Sonradan görmeler, kendi dilencilerini aşağılarken; iktidarın gücü karşısında iki büklüm olmayı yönetim becerisi olarak savunacaklardır. Büyük felaketin sorumluluğundan kaçınmak için çaresizliklerini dile getirdiklerinde Arendt’e, “İstifa etmeyi de bilemediler mi?” diye soracaktı haklı olarak.
İlginç bir şekilde, Alman aydınlanmasının ürünü bu anti konformist filozofun tespitleri bu türden bir aydınlanmadan geçmemiş, şu an üzerinde yaşadığımız topraklar için de geçerli olabilecektir.
***
Eichmann davasına ilişkin tespitlerinden dolayı mı, yoksa Yahudilik durumuna ait yaptığı saptamalardan dolayı mı tecrit edilecekti Arendt?
Tartışılabilir kuşkusuz.
Bununla birlikte bellidir ki filozof, büyük tarihçi Şolem’den kesinlikle yolunu ayıracaktır. Tarihin hakikâtı aklınkinden farklıdır çünkü.
Öyle ise Yahudilik de bu iki perspektiften bakıldığında tek bir varoluş biçimine ve tek bir tanıma sıkıştırılamayacaktır.
Spinoza’dan olduğu gibi, Arendt, Benjamin ve diğer modern zaman düşünürlerinden bakıldığında ‘Yahudilik durumu’nun işaret edilen çoğulluğu çok açıktır; varoluşu itibarı ile çok boyutlu olanı, tek bir (genel olarak dinsel kaynaklı) tanıma sıkıştırmak apaçık olanı reddetmek demek olacaktır. Toplumsal yasaları görmezden gelmek, tıpkı tabiatın işleyişini ve kanunlarını göz ardı etmek gibi gerilimlere ve patlamalara yol açacaktır. Arendt’in, Spinoza gibi ayrılıkçı olarak suçlanmasında bu anlamda bir yanlışlık olmayacaktır.
Yahudiliğin tarihi, ayrılıkçılığın tarihi olacaktır da aynı zamanda.
Üzerinde yaşanan topraklarda şaşırmak
Özgürlük, düşünebilme yetisinin sonucudur. Özgürlük arayışıdır ayrılıkçılığı meşru kılacak olan.
“Düşünen insan bir yalnızlık içinde yaşar” der Mendelson. Ortak, sıradan yargılardan bağımsızlaşmanın gereği budur. Akılla bulunacak hakikâtlere ulaşmanın temel koşulu duygusallığın içinde kulaç atmaktan sakınmaktır. Arendt, Şolem’e aslında bunu söylemek isteyecekti.
Modern zamanlar Batı’daki arayışı heterodoks renklere boyayacaktır ve Yahudi Haskalası bundan etkilenip özgürlükçü ve çoğulcu Yahudi portreleri çizmeye koyulacaktır. Yahudi’nin kimliği ve tarihi onlar tarafından yeni baştan inşa edilecekti. Ve kaçınılmaz olarak bu arayışlar öncelikle farklı kimliklerde somutlaşacaktır.
Hakikâtı kutsalın ötesinde araması gerekiyordu aklın. Spinoza bunu miras bırakmıştı kendisini reddeden halkına. Değişik mirasların -varsa- ortak paydalarını görmemek olmayacaktı bu. Evet, Kafka bir yanda, Lessing ve Benjamin diğer yanda, kendilerince katkıda bulunacaklardı dünyanın ve Yahudiliğin yeni yüzlerinin oluşumuna.
***
Özgürlük gelenekselleşmediğinde, ayrılıkçı düşünce ve marjinal duruş kınanacaktır. Bu toprakların tarihinin harcı böyle atılmıştır sanki. Üzerinde bin seneyi aşkın bir süredir yaşayan Yahudi toplumununki de kaçınılmaz olarak ondan farklı olmamıştır.
Yahudi kimliğine dair Batı’da yaşanan gerilim öncelikle bunun için burada yaşanmayacaktır. Buranın diasporasında kendi yönetiminin bellediğinin dışında bir yaklaşımda bulunmak, töresel ahlaki bir suç olacaktır. Suçlanma tedirginliği, özgürleşmenin filiz vermesini etkileyeceği gibi, entelektüelsiz bırakacaktır bu toprakların Yahudi toplumunu.
Eleştiri suçu, toplumun marjında kalma korkusu ile özdeşleşirken; iktisadi çıkar, Yahudi toplumunda boşalan tinsel yaşamın da tümünü kapsayacak şekilde genelleşecektir.
Devam edecek