Eskiden ütopyalar önemliydi. Herkes ütopik bir hayalin peşinde koşardı.
Çok yazdığım gibi ‘ütopya’ antik Yunancada ‘olmayan yer’ demektir. Eh, bir yer olmayınca veya namevcut olunca hayal etmek de bize düşüyor. Şimdi distopik bir gerçeklik hali içinde yaşadığımız muhakkak. Antik Yunancada bu anlamıyla ‘distopya’nın bir karşılığı yok. O, Batı'nın uydurması. ‘Olmayan ütopya’, ‘bozulmuş ütopya’ anlamına geliyor. Gelin buna Balzac’ın üç yapıttan oluşan nefis roman serisinin yanlış ama güzel çevirisiyle ‘sönmüş/yitik hayaller’ (illusions perdues) diyelim.
Gece gündüz distopyadan söz ediyoruz. İçinde yaşadığımız dünyayı, gerçekliği ‘hayal’ yani ‘ütopya’ olarak nitelendiriyor, distopik aşamaya varıp onu yitirdiğimize yanıyoruz. Gerçekliğin düş olarak tanımlanması ve anlaşılması başlı başına bir sorun ve galiba modernliğin bize getirdiği bir tür ‘patoloji’.
Buna ‘kendi yalanımıza kanmak’ diyebiliriz ki, Balzac’ın şimdi ‘yanılsama’ dediğimiz ‘illusion’ sözcüğüyle anlattığı tam da bu. Büyük edebiyatçı bizim gibi kendi yalanına kanmış insanların romanını yazıyordu. Bütün serinin üst başlığının İnsanlık Komedyası oluşu ondandır ki, o değerlendirme de halimize tıpa tıp uyuyor: bizler kendi yalanına kanmış insanlarız, şimdi yatsı geldi, mumumuz söndü diye hayıflanıyoruz.
Niye böyle derseniz, açıklaması kolay: alıştığımız yaşantı yıkıldı. Kentler kapanıyor. Sınırlar geçilemiyor. Uçuşlar yasak altında. Karantina hayatımızı kuşattı. Kendimizi hapsediyoruz. Neşemizi yitirdik. Garip, tanımlanamaz, uzak ama karanlık bir depresyona adım adım yaklaşıyoruz. Bunun ertesi melankolidir, Fransız psikanalist ve semiyolog Julia Kristeva’nın, İstanbul ziyaretçilerinden şair Nerval’in şiirinden aktararak isimlendirişiyle ‘kara güneş’tir. (Melankoli kelimesini Osmanlıların söyleyişini dönüştürerek ve benzeştirerek ‘malihulya’ diye tercüme ettiklerini belirtelim.)
Hepsinden önemlisi, koronayla iç içe olduğumuz günden beri distopyaları, sönmüş umutları bir yana itip hepsinden fazla, kıyametin geldiğini düşünüyoruz, kıyamet düşüncesiyle yatıp kalkıyoruz.
Kıyamet duygumuzda bir aşama olsa da koronanın öncesi var. Anımsıyorum, 2003 yılında Newton’un yayınlanmamış elyazmaları bulunmuştu. Büyük bilginin o karalamalarında (bir pusuladan daha büyük değildi tuttuğu not) dünyanın 2060’dan önce sona ereceğini yazıyordu. Dünya bu saptamayla çılgınca sarsılmıştı.
Derken, henüz bilgisayar virüslerinin ne olduğunu bu kadar bilmediğimiz bir dönemde sistemlere 2000 yılında büyük bir saldırı olacağı haberi çıkınca ve tüm dünya ağının çökeceği söylenince başka bir tedhiş dalgasına sürüklenmiştik. (İnsanların o virüsü bizi tutan, hastalık yapan virüs sanarak neler söyledikleri de belleğimde çok canlı.) Sonra filmler var. Bir virüsün ansızın yayıldığını, önlenemediğini anlatıyor o ‘kordela’lar. Derken, ‘bir cisim yaklaşıyor kaptan’ ifadesiyle bütünleşen, dünyaya çarparak onu yok edecek uzay nesneleri aklımızdan çıkmıyor.
2000 yılına, yeni bir binyıla (‘millenium’) girerken duyduğumuz ürperti de az değildi. Yeni bir binyıl tedirginliğini ortak bilinç dışımızda yaşadık. Açıklayamadığımız huzursuzluğun kaynağı belliydi: Hazreti İsa ‘millenyal’ bir peygamberdir. Yani ‘apokaliptik’tir (kıyametle ilişkilidir.) Bin yıl dönümü onun yeniden aramıza dönmesi, Kuran’ın Kıyamet ve Fatiha suresinde zikredilen ‘yevmüddin’e yani din yani yargı gününe (‘yevm’ gün demektir, ‘yevmiye’ oradan gelir) erişmemiz demekti ki zaten ‘kıyametçilik’ (apokaliptisizm) başlı başına bir düşünce sistemidir ve o da, binyılcılık (millenialism) düşüncesi de insanlık için eski tanışlardır.
Bu kavramlar ortaya çıktığında esatirlere döneriz. Bilinebilen en eski kaynaklara, Gılgamış Destanı’na kadar geri giden, antik Yunan mitolojilerinden beslenen bir ‘son’ düşüncesi döner dolaşır dinlerin bu konudaki kurgularına gelip dayanır.
Bütün dinler ‘hesap verme’, bu maksat içinde gerçekleşecek ‘kıyamet’ öngörüsüyle (‘kıyam’ ayağa kalkmak demektir, ölülerin mezarlarından doğrulup hesap vermesidir kıyamet) ile bütünleşmiştir. Michelangelo’nun Son Yargı tablosu bu konuya gerçekten son noktasını koymuştur. Musa heykeliyle birlikte bu eline su dökülmez ustanın yarattığı İsa görüntüsü bilinç dışımızı boydan boya kaplamıştır.
Hıristiyan eskatolojisi de İslam da Musevilik de bu sonuçta birleşir. Her ‘kıyamet’ dediğimizde mistik, metafizik ve teolojik bir çerçevenin içinde solumaya başlarız. Gerçek-sonrası (post-truth) dönem diğer koşulların yanında bize böyle bir ‘sonuç’ da armağan etti: inanıp inanmamak konusunda tereddüt ettiğimiz her olgu, eğer bir ‘son’ ve kitlesel sorun ile özdeşiyorsa, bizi daha teolojik bir muhakemeye taşıyor. Elbette gerçek ama çevre sorunlarını, iklim değişikliklerini, küresel ısınmayı da kıyametle birlikte düşündüğümüz yalan değil.
Hatta bir adım öncesini de belirteyim. Gerçek-sonrası dönem bilimsel gerçeğin devre dışı bırakıldığı, bilimsel dayanakları sınırlı bazı hükümlerin bilimsel bir edayla verildiği ve geniş kitlelerde kabul gördüğü bir dönem. Bu ‘yalancı bilim’ olgusunu ayrıca ele alırız ama şunu belirtelim ki, kitlelere erişimi öncelikli tutan bu popülist eğilim özünde dinsel veya gelenekçi bir anlayış. Pozitivizmin getirdiği yaklaşım ise tam tersi: bilim ne söylüyorsa doğrudur. Aradaki çelişki bu iki tutumun farkından kaynaklanıyor. Kısacası, gerçek sonrası dönem dinsel düşüncenin ve söylemin hâkim olamaya başladığı bir dönem. Buradaki dinsel kavramını mistik, metafizik, gelenek sözcükleriyle değiştirebilirsiniz.
Şimdi bir kere daha korona virüsle birlikte bu duygunun içinden geçiyor, kıyamet, son, tükeniş kavramlarıyla bütünleşiyoruz. Hayatı artık yaklaşan büyük bir kıyametin içinden algılıyoruz. Her şey bize kıyametin bir başka belirtisi olarak görünüyor. Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesini tarif ederken kullandığı (ve maalesef bilgisizlerin ‘çok kanlı savaş’ diye çevirdiği) Melheme-i Kübra yani bu Arapça/Osmanlıca terimi bilmeyen herkesin bildiği haliyle söylersem Armageddon, son büyük savaş yaklaşıyor sanısındayız. Korona virüsü o savaşın yeni adı olarak görüyoruz.
Yalnız, fantastik, fanatik bir olgudan değil çok ciddi bir sorundan söz ediyoruz. Ciddiyet, bilimle metafizik arasındaki gerilimdir. Hangisine daha fazla dikkat etsek, koronanın yayılmasına mı yoksa onunla aynı hızı tutturmuş metafiziğin ve yalancı bilimin yayılmasına mı?..