Dürtük zamanlar

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
2 Aralık 2020 Çarşamba

Ülkemiz batıyor. Ekonomi ya da devlet politikalarından dolayı değil.

Beni yakından tanıyanlar gayet iyi bilir. Karamsar değilim. Aksine eğlenelim, her şeyde gülünecek bir yan bulayım. En olmadı kendimle dalga geçeyim ama bir şekilde ‘humor’da kalalım’cıyım. O yüzden ülke batıyor gibi bir yazıyı normalde yazmam. Umuda bakmayı seviyorum. Hâlâ da öyle. Zaten batış da, bizi haritadan silerler ya da ekonomik çöküş dinamiklerinden değil.

Kalabalıkların dürtülmeye duyduğu derin ve tutkulu bağımlılığı vesilesiyle…

İnsanların yapmadıklarından ötürü gelecek nesillere korkunç bir miras bıraktığımızı sanırım ilk kez ben söylemiş olamam. Birkaç nesil sadece bugünlerde olanları, hatta tuhaftır olmayanları temizlemeye gelecek. Atalarının yapamadıklarını, almadıkları sorumlulukları ve acıya katlanmadıkları için tüm bunları acı acı üstlenmek zorunda kalacaklar. Hayat bir gün toparladığında tarih, bu devrin insanlarını gerçekten şahane hatırlamayacak. Buna eminim.

Siyasi bir halden bahsetmiyorum. Aksine siyaset bunun çok gerisinde. Şahsiyetin daha çok konuyla yakından alakası var.

İnsan iradesinin sadece söylenme ve şikayet amaçlı kullanıldığı bu günlerin içinden yazıyorum. Sevgili gelecek nesil, burası savaş yeri gibi. Aslında görünürde aramızda bildiğimiz manada silah, cephane yok ama bizim zamanımızın en büyük cephaneliği insan. Sadece birbirlerine değil, artık kendilerine de çok şiddetli saldırıyorlar. Ve kendi kendilerini etkisiz hale getirdikçe kitleleşiyorlar. Etkisiz ve anlayıştan yoksun bir zamanın içinde adım atmak çok zor. Elini tutuyorlar, koluna duvar örüyorlar, gözünü bağlıyorlar bazen de önüne dikiliyorlar görme diye. Yaşam mottoları ‘durmak’ ilerlememekten sorumlular sanki.

Arada etkisizlerin en yetkilisi, bir dolu insanı sırf etki yarattığı için yok sayıyor ya da yok sayılmasını sağlıyor. Yani durduruyor. Her şey buna yönelik durmak ve durdurmak!

Çağımın hastalığı; etkinin günahı, suç sayılması ve dahası geleceğin omuzlarına tonlarca ağırlıkta miras bırakması.

En anlamlı örneği 2020.

Dünya üzerinde ciddi tehlike haline gelen korona virüsü bir tek Türkiye’den neredeyse kendi isteğiyle kaçacak. O hale geldi. Suçu bu derece siyasette aramak, hastalıktan insanları nasıl koruyor? Düşünüyorum!

Suiistimal ile suçlama arasında gri bir yer olmalı! Yani kafelere izin verildiğinde maskeleri komple çıkartanlarla sonra mekânlar kapandığında “Devlet geç kaldı” diyenler aynı insanlar!

Düşünsenize, kafeler kapansa dip dibe sıralanan kahveci kuyrukları uzuyor. Biri sokakta maske takmamak için polisle kavga ediyor. Bir başkası toplu taşımada maske tak diye uyaran vatandaşı azarlıyor, kavga çıkarıyor. Öteki o parti senin bu parti benim gizli gizli ev partilerine dalıyor. Sonra yine aynı insanlar “Yönetemediler bu işi” diye devlete feryat ediyor.

Daha önce düşünsem bu konuda hükümeti savunacağım aklıma gelmezdi. Tabi ki rakamların saklanmasını vicdansızca ve saygısızca buluyorum, bu tamamen apayrı. Fakat yine ve niye her şeyi devletten bekleyen bu saçma mantıktan bir türlü çıkamıyoruz? Devlet ne yapmalıydı, “Ey Ayşe Lucca’dasın görüyorum, tak o maskeyi çabuk     diye cepten mesajla sürekli taciz mi etseydi? Ya da Bağcılar Meydanında elinde dürtsün diye sopayla mı gezdirseydi görevlileri?

Neden irade ve sorumluluk yoksunuyuz? Ve neden dürtülmeye bu kadar aşırı ihtiyaç duyuyoruz? Ve neden kendi batırdığımızı kendimiz temizlemek istemiyoruz?

Virüsün çoğalmasından devlet değil ki biz sorumluyuz.

Şunu anlayabilirim. Evet, hepimiz elimizden geleni yaptık ama kaçamadık, bir şekilde ya da bazı ufak dalgınlıklar yüzünden gibi çok insani hatalar anlaşılabilir. Ama bizim durumumuz öyle değil ki, irade beyanından şiddetle kaçış, sorumluluğu başkalarına yıkmak, çözümün bizim dışımızdan gelme beklentisi ve tüm bunlar olurken de hayatımızı aynen devam ettirme saplantısı. Bu bir saplantı artık çünkü dünya orada değil. Hepimizin hayatı değişiyor. Dünya kabuk değiştiriyor ve bambaşka bir yaşam modeli sunuyor hepimize. Hem de çok sert. Çünkü zorla öğretmek zorunda kaldığının farkında ne yazık ki…  

Öte yandan sağlık çalışanlarının hala işi bırakmamasına şükretmeliyiz. “Onların görevi” gibi bir tavırla yaklaşamayız. Pandemi kimsenin ne hesabı, ne de görevi.

Günlerce, aylarca hastaneden çıkmıyor bu insanlar ve canları pahasına oradalar. Gerçekten bunun için bile insan kıyamıyor.

Ben hükümeti savunma meraklısı değilim. Zaten bana kalmaz da. Fakat şöyle düşünün, ev cayır cayır yanıyor, herkes yangından kendini ve çevresini kurtarma derdindeyken birileri de sürekli “Bu yangını kim çıkardı?” diye öylece durmuş konuşuyor. Evet, bu sorunun da yeri var. Ama yangın söndükten sonra!

Geçenlerde ‘Üniversite sınavı öncesi yüz yüze eğitim olsun’ diye sosyal medyada tt paylaşımı yapanlara ayrıca sormak istiyorum. Bir dolu insanın ölümüne dolaylı da olsa sebep olduktan sonra, dahası insanı öne almayan değerlerinle ne yapacaksın?

Siyasilere gelince ise eleştirmek elbette varlığınızın anlamı fakat Mansur Yavaş gibi bir örnek de var. Siyasete bambaşka bir çizgi çizen. Ne şikayet ettiğini duyuyorum ne de abuk subuk gündem olma çabasına tanık oldum. Nice engellemeleri bile zeki manevralarıyla çözüyor. Gerçekten amacı hizmet etmek. Rol çalmak değil. Ne halktan ne de zamandan çalıyor.

Bir de koronayı dış güçlerin ya da Çin’in oyunu olarak gören “Ya ben inanmıyorum” diyen ayrı bir güruh var. Hiç de az değil. Onları dinlemek bile istemiyorum. Ayrıca hadi diyelim Çin’in oyunu! Bu bilgi, senin bugününe derman olabiliyor mu? Yok. O zaman ne yapıyorsun? Tabii ki etkisizler arasındaki yerini garantiliyor.

İnsanı her haliyle sevmek kolay bir şey değil. Hele de böyle zamanlarda bu sevgiyi baki kılmak çok zor. Yine de kendime, Tanrı’ya, doğaya duyduğum sevgi halinden yola çıkarak, bunu becerebilmek için gerçekten gayret gösteriyorum. Olduğu gibi görebilmeyi ve kabul etmeyi nitelikli ve içtenlikli buluyorum.

O yüzden derdim birilerini ya da insanlığı düzeltmek falan değil. Sadece hepimizin daha iyi yaşamlara layık olduğuna inanıyorum. Ve bunun yolunun da kendine değer vererek sorumluluk almak ve bir parça acıya katlanmak olduğunu sanıyorum.

Yoksa gerçekten ‘etkisizler çağı’ diye tarih, sayfalarına bizi söve söve koyacak.