1965 yılının Aralık ayının sonuna doğru, Ankara’da birkaç gün önce taşındığımız Binektaşı Sokağındaki evimizde Kars’tan henüz gelmiş iki kardeş olarak 15 numaralı binanın önünde durup top oynayan çocuklara bakıyorduk. Henüz sekiz yaşıma yeni girmiştir ama hiç öyle kente yeni gelmiş birisi gibi hissetmiyordum kendimi. Tersine erken büyümüş bir çocuk olarak herkesi alt edecek bir iddia vardı içimde. Çocuklarsa kurşuni bir gök altında, yüzen linyit dumanları içinde bir topun peşinde koşturuyordu.
Kim fark etti de bu iki kardeşi, birimizi bir takıma diğerimizi öteki takıma aldı bilmiyorum. Bildiğim tek şey futbol oynamayı bilmediğimizdi. Kısa sürede, bir iki hatadan sonra daha o gün öğrendik ve 1970’lerin başına kadar koyu bir futbol tutkunu ve oyuncusu oldum, bütün mahalleyi de peşime taktım. Ama o kadar. Sonra hızla ‘serebral’ ve ‘sedanter’ birisi olarak masa başı işlerime gömüldüm. Gene de futbolun sosyolojisiyle, kitle kültürü yanıyla daima ilgilendim.
Maradona’nın ölüm haberi geldiğinde aklımdan bunlar geçti. Üstelik garip bir rastlantıyla (aslında bütün tesadüfler gariptir) birkaç gün önce hakkındaki bir belgeseli izlemiştim. Fazla ‘Amerikalı’ bir film olduğundan futbolcunun özel hayatı üstünde duruyor ama mesela Castro’yla ilişkisine değinmiyordu.
Oysa Maradona, futbol oynadığı yıllarda olmasa bile daha sonrasında basbayağı toplumsal bir figür olmayı bilmişti. Dizinin altına Castro’nun, koluna Che Guavera’nın dövmesini kazıtarak siyasal konumunu ilan etmişti. Çıktığı çevrenin yoksulluğunu unutmamış, toplumsal ayrışmada tarafını seçmişti.
Asıl mesele de buydu: Maradona, dünyanın her yerinde futbol topunun peşinde koşan milyarlarca gencin hayalini besleyen insandı. O gençler, o çocuklar da Maradona gibi yoksulluktan gelip futbolda kazandıkları başarıyla sınıf atlamak, varsıllaşmak, kitlelere hükmetmek istiyordu. Kimse gelin görün ki, kimse Maradona’nın solculuğunu anımsamıyor, herkes ‘ulusal kahramanlığı’na şanı ve şöhretine göz dikiyordu.
Oysa Maradona o şöhret için alkolle, uyuşturucuyla, mutsuzlukla yüklü bir bedel ödemişti ama kitleler şöhretin maliyetini anımsamak istemez. Şöhretin şatafatıyla büyülenmek onlara yeter.
Show business
Futbol bu bakımdan tehlikelidir. Kötüler kötüsü Salazar’ın Portekiz’i faşist bir diktatör olarak üç ‘f’ ile yani futbol, fado ve fiestayla yönettiğini söylemesi bu nedenledir. Gene bu nedenle futbola spor denemez. Elbette ‘atletik’ bir yanı vardır ama futbol dünyada en çok izleyicisi olan gösteridir. ‘Show business’in önemli bir parçasıdır. Futbolcular milyonlarca dolara ‘alınır’ ve ‘satılır’. Dünyanın en güzel kadınları, en pahalı arabaları, en lüks evleri onlar içindir. Her futbolcu gösteri dünyasının, magazin dünyasının, gece hayatının bir parçasıdır. Amerikalılar 1870’le 1900 arasında hızla zenginleştikleri döneme ‘gilded age’ (‘pırıltılı/yaldızlı çağ’) derler ama asıl yaldızlı hayat artık futbolcularındır. Yoksul çocuğu bu hayata imrenmesin, gözünü dikmesin de ne yapsın?
Bu durum ortaya sonradan çıkmıştır. Başlangıçta her şey farklıdır. Futbol belki Sanayi Devrimiyle birlikte doğmamıştır ama sistematikleşmiştir. Sanayi Devriminin getirdiği ekip çalışması, disiplin, dayanışma, ortaklaşma bilinci futbol takımlarının örgütlenme modellerini olduğu kadar oyun dinamiklerini de hazırlamıştır. Üstüne üstlük işçi takımları her maçta aristokrasinin veya burjuvaların takımlarıyla kafa kafaya çarpışma fırsatını bulmuştur. İspanya’da Real Madrid’le Atletico Madrid’in mevcudiyeti yaşanan toplumsal gerilimim açık kanıtıdır.
1960’larda dahi durum buydu. Çocukluğumuzdaki dünya kupalarında yıldızı parlayan Pele’ler Eussebio’lar yoksul kesimden gelmiş oyunculardı. Şöhrettiler ama öyle ‘yaldız’a ve iğvaya batmamışlardı. İngiliz oyuncular bile öyleydi. ‘Asrî’ zamanlar dediğim 1960’lardan ve bilhassa ‘neo-liberal dönemler’ dediğim 1980’lerden sonra bu futbol gerçeği ortadan kalktı.
Önce oyuncular tıpkı mimarların ‘startech’leşmesi gibi ‘yıldızlaşmaya’ başladı. Bu şartlarda daha fazla takım oyunu, disiplin, dayanışması söz konusu olamazdı. Oyun taktikleri de bu tekil, iyiden iyiye bireycileşmiş oyunculara göre düzenlenmeye başladı. Birincisi bu.
İkincisi, gene 1980 sonrasında bütün dünya şiddetli bir savrulmayla kitle kültürünün tesiri altına girdi. Kitle kültürünün antropolojik bir yanı vardır ve önemlidir. Ama kitle tehlikelidir. Nitekim aynı dönemde futbol izleyicisi kitle kültürünün sağ modellerine sürüklendi: milliyetçi, şoven, eril, şiddete dayanan bir tutum geliştirdi.
Bir başka dehşet veren yanı da işin, bu kültürün ‘ana akım’ (neyse ki, Türkiye’de kendisini berhava etti) medyanın saatler süren programlarla desteklenmesiydi. Eski futbolcuları kırpıp kırpıp medya kendisine yorumcu yapıyor, onlar da birkaç gün sonra asla hatırlanmayacak maçlar hakkında günlerce, saatlerce milyonları karşılarına alıp konuşuyor. Evet, gene soralım, fakirin çocuğu futbolculuğa özenmesin de ne yapsın?
Türkiye'de futbol
Türkiye’de durum daha da özgül. Sınıf ayrışmasına dayalı bir toplumsal yapımız yok. Herkesin sınıf atlama imkânı var. Ayrıca Özal yılları bir gecede zengin olmanın mümkün olduğunu kitlelere öğretti. Daha önceki dönemlerde sınıf ikame etmenin tek yolu görülen eğitim böylece kenara itilip futbol topunun cazibesi bu defa aileler tarafından desteklendi. Çocuklar eğer kabiliyetliyse antrenmana gitmiyor diye dayak yer oldu. Üstelik Sanayi Devriminden geçmemiş, iş disiplini, iş ahlakı, öz-denetim gibi konularda hayli zayıf Türkiye’de futbol neredeyse Tanrısal bir şans kapısı olarak görülür oldu. Kimse artık politik/ideolojik/sınıfsal pozisyonunu öne çıkarmak için güçlü olmayı tahayyül etmiyor, tersine, futbol şöhretini sınıf atlamak için kovalıyor.
Kısacası futbol futboldan farklı ve fazladır. O kadar ki, hayatını ayaklarıyla, bacaklarıyla kazanan Maradona eliyle İngilizlere gol attıktan sonra golü ‘Tanrı’nın eli’ attı dedi, çıktı işin içinden, şöhretine şöhret kattı.
Yalan değil, Tanrı’nın eli toptan önce ona değmişti, o da Tanrılaştı. İnsanlar şimdi o elin peşinde.