Çok acayip bir dönemden geçiyoruz. Herşeyin yeniden sorgulandığı hatta ‘hırsızlık’ın bile…. O da ne demek diyeceksiniz. Şu demekki ABD’nin Seattle kentinde bugünlerde bu konu tartışılıyor: "Birileri özel mülkte çadır kurarak içeri izinsiz girerse veya köşedeki marketten bir avuç dolusu malzemeyle dışarı çıkarsa ya da yiyecek ve kira gibi temel bir ihtiyacı karşılamak için internette satmak amacıyla elektrikli aletleri çalarsa suçlu sayılır mı?" Seattle merkezli Komo News'un haberine göre, ‘yoksulluk savunması’ olarak görülen bu fikir, Seattle Şehir Meclisi Üyesi Lisa Herbold ve King County Kamu Savunma Departmanı Direktörü Anita Khandelwal tarafından sunulduktan sonra Kamu Güvenliği Komitesinde tartışıldı. Hadi bakalım buyurun buradan yakın dediğinizi duyar gibiyim. Aklınızdan şu geçiyor aslında “Bu da sorgulanır mı?!!!” Evet aç insan bence çalar, açlıktan başka çaresi kalmayan insanlar hırsızlık yapar. Özellikle eşitsizliğin, gelir adaletsizliğinin doruğa ulaştığı dönemlerde aklınıza gelmeyecek işler olur. Gözlerimiz gördü bunu. Mesela pandeminin başladığı mart ayında New York, Manhattan’da ünlü mağazalar vitrinlerini yağmaya ya da yakılma tehlikesine karşı plakalarla kapatmıştı.
Gelelim bize, toplumların tarihini aslında atasözleri ve deyimleri yazar. Bizde hırsızlık meselesi hafiften meşrulaştırılmıştır. Mesela atasözümüz var; ‘Bal tutan parmağını yalar’ denilir. Öyle çok ayıplanmaz ve kabullenilir. Ardından birbirimize şunu sorduğumuz da çok olmuşur: E ne var yani, sen olup da bazı konumlarda bulunsan yapmaz mısın? Cevap kişinin kendine kalmış. Ama elinde fırsatı olduğu halde bunları reddeden insanlar hafiften aptal, hafiften saf klasmanında yer alır belleğimizde… Çoğumuz aslında bu kararın kişinin kendi vicdanının sesinden kaynaklandığını umursamaz bile, notunuzu alırsınız! ABD’nin Seattle’ında olan bu sorgulama aslında hepimizi ilgilendiriyor. Var maalesef tüm toplumların şanssız, eğitimsiz, bu fırsatları yakalayamayan büyük kitleleri. Onlar ne yapacak? ABD gibi rekabetin adeta kutsallaştırıldığı, acımazsızlıkta sınır tanımayan bir neo-liberal kapitalist düzenin uygulandığı, tutunamayansan adının ‘loser’ olarak damgalandığı bir başka toplum daha var mı? Vardır tabiiki ama bizde mesela loser’ın karşılığı yok. Bir baltaya sap olamamış filan gibi biraz daha uzun bir deyim var. Seattle’da, suçun temel bir ihtiyacı karşılamak için işlenip işlenmediğine karar verme işinin jüri üyelerine bırakılmasını istediğini belirten Herbold da "Bu öneri, insanlara hikayelerini anlatma fırsatı veriyor, yargıçlara ve jüri üyelerine de bu hikayeleri dinleyerek şehrimizin değerlerini esas alan bir karar verme imkanı sunuyor" diye konuştu. Kendimizi kalkındırdıysak, yoksul bir insanın neler hissettiğini nereden bilebiliriz. Bizim medyamız acı çeken insanların öyküleriyle dopdoludur. Ayrıca, yedi kat elin, adını zor hatırladığınız akrabalarımızın bile çoluk çocuğunun okul parası çıkışmadığında hepimiz elimizi cebimize atarız. Çünkü sosyal devletin çarklarını işletmek yerine ailemizin kaynaklarını kullanmak kültürümüzün bir parçasıdır. Bizim memleket Seattle’a benzemez. Ama büyük yanlışlıklar, haksızlıklar da yaşandı bu topraklarda, mesela biri benim gençliğimin kabusu olmuştu. ‘Baklava çalan çocuklar’ haberini hatırlarsınız, 1997'de Gaziantep'te dört çocuk baklava çaldıkları için altışar yıl hapis cezasına çarptırılmış, Türkiye bu adalete isyan etmişti. Yargıtay kararı onayında çocuklar, 19 ay cezaevinde yatıp Rahşan Affı ile serbest kalabilmişti. Baklava çalmakla, açlık yüzünden işlenen hırsızlık suçunu bir mi tutuyorsun diyebilirsiniz ama küçük çocukların canı hiç şeker, çikolata, baklava, börek istemez mi? O zaman alamayacaklarını bildiklerinde yapabilecekleri tek şey ise ‘çalmak!!!’ maalesef.
Tarihi; tarih kitaplarından, kronolojilerden, tarihçilerden öğrenebilirsiniz. Ama günümüzün önemli tarihçilerinden, yeni tarihselciliğin kurucusu Pulitzer Ödüllü Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen Jay Greenblatt, edebiyat eserlerinin tarihselliğinin yeniden ele alınması gerektiğini savunur. Çünkü tüm bu eserler zamanın ruhunu içine çekmiştir. Öyküler, romanlar, şiirler zamandan veya dış dünyadan soyutlanmamıştır her ne kadar yazarın zihninde ve ruhunda kurgulansa da. Size işte tam da burada Refik Halit Karay’ın ‘Bir Saldırı’ öyküsünden söz etmek istiyorum. Çünkü zamanın ruhunu yansıtır. Öykü, 1919 yılında ilk baskısı yapılan ‘Memleket Hikâyeleri’ adlı öykü dosyası içindeki 18 hikâyeden biridir. Öykünün kahramanı Hayrullah Efendi, yağmurlu bir kış günü akşam vakti vapurdan inen dört yolcudan biridir. Her akşamki gibi bayırına tek başına tırmanmaya başlar. Ama birden alnına bir demirin dayandığını hisseder. Boğuk bir ses, cüzdanını vermesini emreder. Hayrullah Efendi, para dolu cüzdanını uzatır. Adam cüzdana bakar, içinde bir sürü yüzlük, beşlik bulunan cüzdandan bir tane beşlik alır. Cüzdanı geri uzatır ve koşarak uzaklaşır. Hayrullah Efendi ağzına kadar para dolu olan cüzdanından sadece bir beşlik alan bu adamı merak eder ve takip etmeye başlar. Adam takip edildiğinin farkında olmadan bir dükkâna girer. Koca somun bir ekmek alır hemen bir parçasını ağzına atar; peynir, zeytin alarak dükkândan çıkar. Hayrullah Efendi öğrenir ki bu adam hırsız değil, namuslu aç bir adamdır. Çünkü mütareke yılları İstanbul’un işgal altında olduğu zamanlardır. Yedek subaylar ne maaş alabilirler ne iş bulabilirlerdi. Yıllarca yaşadıkları hudutlardan eve dönünce açlık ve yoksulluktan kurtulamazlardı. Kendisi kereste ticareti yaparak zenginleşirken, demin gırtlağına sarılan bu asker göğsünü uzaklarda savaş meydanlarında siper yapmıştır. Zorla aldığı para bir pay, hatta hakkıdır diye düşünür. Hayrullah Efendi ertesi gün bir kayık erzak hazırlatır ve adamın evine gönderir. Belki orada savaş vardı şimdi ne var diye düşünebilirsiniz. Ama şimdilerde daha büyük bir savaştayız; benliğimizle, vicdanımızla, görünmeyen düşmanlarla ama savaş meydanlarımız evlerimiz, ilişkilerimiz ve değerlerimiz… Şimdi siz söyleyin bana, hırsız ki ya da kime ‘hırsız’ denir???