Korku, korona, kötülük

Hasan Bülent KAHRAMAN Köşe Yazısı
16 Aralık 2020 Çarşamba

Elbette dünya tarihinde büyük korku dönemleri yaşanmıştır. Fransız Devriminden hemen sonraki bir-bir buçuk aylık dönem ‘büyük korku’ (la grand peur) dönemi olarak adlandırılır. Bazı kulaktan dolma tarihçilerin metinlerinde yüzüm kızararak okuduğum gibi, hiç öyle Amerikalıların ‘The Reign of Terror’ Fransızlarınsa doğrudan ve sadece ‘La Terreur’ dediği ‘Terör Dönemi’nin getirdiği bir kavram değildir. O 1793-94 arasında cereyan etmiştir.

Korku dönemi, çok ilginçtir, anlatmalıyım, devrimden önce başlayan büyük açlıkla ilgilidir. 14 Temmuz’un hemen ertesinde bir söylenti çıkıp yayılmıştır. Güya devam eden açlık nedeniyle aristokratların önünde iki yol vardır: Ya açlıktan ölecek ya da nüfus azalsın diye köylüleri yakacaklardır. Bu söylenti, tüm benzerleri gibi farklı yerlerde farklı şekillerde anlatılır ve köylüler birçok yerde ‘efendileri’nin malikanelerine saldırır, onları öldürür, yakar, yıkar. Korku budur.

Bu tarih gerçeğini her düşündüğümde kendi kendime sorar dururum, acaba korkunun toplumsal haliyle bireysel hali arasındaki fark nedir diye? Mesele sadece bir büyüklük, nicelik sorunu olamaz. Evet, doğrudur, kitlenin korkusu panik dediğimiz duyguya yol açar, biliyoruz, o da bir sel, bir çığ gibi büyür ama bireysel korku da az buz şey değildir. Çıldırma diye bir gerçek vardır ve korku çıldırtır.

İnsan ve tüm canlılar korkusuyla kaimdir. Korku içgüdüseldir ve hayat kurtarır. Korktuğumuz için çekinir, kaçınırız. Ama bugünkü dünyada (dünkü dünyada da) bahsettiğimiz korku o değil. Yönlendirilmiş, yönetilmiş korkulardan söz ediyoruz ve o zaman korku doğal bir refleks olmaktan, bizi hayata bağlayan bir köprü olmaktan çıkıp hayatımızı kısıtlayan, idare edilmesi gereken başlı başına bir unsura dönüşüyor.

Ben korkuyu yaşadım, hep yaşadım.

1970’lerin ortasında üniversiteye giden bütün gençler gibi sağ ve sol çatışmasının ortasındaydım. Sabahleyin yan yana oturduğun arkadaşının öğleden sonra veya akşam ölüm haberi geliyordu. ‘Anarşi ve terör’ denen o hareket günde 15 kişiyi aramızdan alıyordu. Sonunda Attila İlhan şiirini yazdı: Korkunun Krallığı: "Korkuyorum/korktuğumun bilincindeyim/birileri/şalteri indirdi indirecek/işim bitik..." 1970’ler tüm dünyada böyleydi. Sol-sağ gerilimi tüm ülkeleri korkunun en büyük yaratıcısı ve yayıcısı olan ‘şiddetle’ yüz yüze getirmişti.

1970’ler, iç savaş yaşamadığı söylenen Türkiye’de, ben ifşa edeyim, apaçık bir iç savaştı, ardından da askeri darbe geldi. Siyaset teorisinin en önemli adlarından Hobbes da bir iç savaş yaşamış ve ardından dünya durdukça duracak kitabını yazmıştır: Leviathan, malum, Tevrat’ta anlatılan deniz canavarı. Bu canavar devletti ve Hobbes güçlü devletin olmadığı yerde benzeri olayların her zaman yaşanacağını belirtiyordu. Anlayacağınız, korku varsa sıkıdüzen, kısıtlama, özdenetim vardır.

1970’ten sonra her on yılın bir ‘terör’ün etkisi altında geçtiğini gördüm. 1980’ler AIDS yıllarıdır. 1990’larda ‘kötülük aksı’ (axis of evilness) vardı. 2000’ler 11 Eylül’ü gördü, hayal bile edemeyeceğimiz bir saldırı ve korku zinciri oluştu. 2010’larda virüs terörleri ve Charlie Hebdo baskınıyla kristalize olan ve gerçekten yanlış bir adlandırmayla ‘İslami terör’ denen korku dalgası ve 2020’ler: Koronanın krallığı.

Sanıyorum modern dünyanın tarihinde hiçbir şey İkiz Kulelerin yıkılması kadar dehşet vermemiştir. O günden sonra insanlığın her şeyin mümkün olduğunu düşünmeye koyulduğunu, korkunun gerçek ötesi bir nitelik kazandığını varsayıyorum. Üstelik çok garip bir durum vardı ortada: korktuğumuz şeyi ‘seyirlik’ olarak üst üste, art arda izleyebiliyor, her defasında da korkumuzu büyütüyorduk.

Şimdi korona korkusuyla yaşıyoruz. Korkulmayacak şey değil! Gene de ben bu korkunun iki temel özellik taşıdığı kanısındayım. Birincisi, bütün büyük kitle korkularında ve toplumu ilgilendiren büyük hareketlerde olduğu gibi beraberinde baskıları, kısıtlamaları getiriyor, biz de az çok karşı çıksak bile kabul ediyoruz. Tıpkı Hobbes’un devleti baş tacı etmesi gibi bu defa da benzeri bir gelişme cereyan ediyor ve devletin emirleri demirleri kesiyor. Başka zamanlarda akla bile gelmeyecek ‘önlemler’ yasaklar halinde üstümüze yağıyor ve mesela ‘tam kapanma’ gibi daha fazlasını istiyoruz, yeter ki hasta olmayalım.

Olmayalım tabii, ama bu duruma bakınca aklıma bambaşka şeyler geliyor. Şu Baudrillard büyük adamdı. IV. Dünya Savaşını yaşadığımızı yazmıştı. Bu savaş demişti, öncekilerden farklıdır, ‘fraktal’dır yani çok parçalıdır ve olağanüstü bir hıza sahiptir, terör, terörün hızı, virüslerin hızı savaşın yayılma hızıyla ilişkilidir. Şimdi bu sözlerin gerçekliğini daha da iyi anlıyoruz: Tamı tamına bir savaşın içinde soluyoruz. Çocukluğumda evin altında bir bodrum vardı ve ilgimi çekerdi, bir gün girdim. Büyük gaz maskeleri buldum. Onlar dediler II. Dünya Savaşından kalmadır, o bodrum da sığınaktır. Şimdi söyleyin bakalım, sığınaklara kapanmıyor muyuz, maskelerle dolaşmıyor muyuz?

Kötülük, şer (evil) ilk günden beri, kutsal kitaplardan bu yana insanlığı etkilemiştir. İnsan varsa kötülük vardır. Yazıldığı günlerde Hannah Arendt’in aforoz edilmesine yol açtı ama bugün ‘sıradan kötülük’ veya doğru tabiriyle ‘kötülüğün sıradanlığı’ ne kadar önemlidir anlıyoruz. Hepimiz kötücül varlıklarız. Kötülüğün Tanrısal cezaları olduğunu biliyoruz, gene de kötülük ediyoruz, ‘taammüden’, bilerek, isteyerek ve tasarlayarak. Korona Çin’den ‘çıkarıldı’ deniyor mu denmiyor mu? İşte o zaman da kıyamet, taun düşüncesine ulaşıyoruz ki, başka bir korku. Kötülükten korkuyor, kötülük yapıyoruz, Tanrı’nın izin verdiği soykırım gibi kötücüllüğe isyan ediyoruz, kitlesel kıyım hesaplarına giriyoruz. Hepsinin altında, dibinde korku yatıyor.

Ben buna korkmaktan korkmak demeyeyim de ne diyeyim?