Öyküler, hayaller, yılbaşları...

Hasan Bülent KAHRAMAN Köşe Yazısı
30 Aralık 2020 Çarşamba

Bu yazı Şalom’da, 31 Aralık 2020 günü yayınlanacak, yılın son günü. Gazetelerdeki yazı hayatımda gördüğüm en önemli çelişkilerden biri şuydu: mesela 31 Aralık günü veya 1 Ocak sabahı gazeteyi eline alacaklar, yazılara göz gezdirecekler için ‘bildik, tanıdık’ yazılara mı devam etmeli yoksa genel yayın yönetmenlerinin “Hoca hafif bir şey yaz, sen edebiyat ve kültür adamısın, kim bilir heybende neler vardır, onları çıkar” şeklindeki ‘nazik’ uyarılarına mı kulak vermeli? Ben de zaten 1 Ocak günü çıkacak bir yazıya öyle başlamıştım: “Uyandınız, kafanız zonkluyor, ağzınız, boğazınız kupkuru, mideniz de kötü, başınızda bir sersemlik, gazeteyi elinize aldınız...” Evet, bu haldeki insana hangi akademik, analitik konuyu anlatacaksınız?

Şimdi doğruya doğru, Şalom yönetiminden hiç mi hiç böyle bir ‘uyarı’ gelmedi, hatta benim ‘akademik deneme’ yazılarımı galiba daha fazla seven yayın yönetmenimiz sevgili İvo Molinas Bey muhtemelen gene öyle bir konuya devam etmemi isterdi ama gönlüm elvermedi. Biraz başka şeylere değineyim istedim. Kendimi bilirim, durduğum yerde duramam, meseleyi sonunda başka bir düğüm noktasına taşırım ama olsun, gene de başka bir kanattan yürüyeyim-dedim.

***

Ama şöyle ama böyle yirmi beş yılı, demektir ki çeyrek yüzyılı aşkın bir süre gazetelerde köşe yazıları yazdım. Pek öyle alışılmış köşe yazısı tarzında değillerdi. Ben de zaten gazeteci değildim. Şimdi artık aramızda olmayan dostum Prof. Türker Alkan’ın değişiyle ‘academic essay’ (akademik deneme) idi onlar.

Akademisyenler böyle yabancı sözcükler, tanımlar, tamlamalar kullanmayı sever. Gerçekten de kulis falan bilmediğim için (ama günlük ve hatırat okumaya bayılırım, o tür yapıtlar ‘kulis’ anlatır ama başka bir düzlem oluşturur) yaşanan bir olayın analitik, tarihsel, siyasal, kültürel derinliğiyle meşgul oluyordum. Kendine göre bir ilgiyi her zaman bulmuşlardır.

Nitekim benzeri yazıları çok kısa bir süre Cumhuriyet gazetesinde yazan, sonra Attila İlhan geldiği ve “Onun dil devrimi yanlıştı, Cumhuriyet döneminin bilhassa 1938 sonrası İnönü çağında yapılanlar ise tepeden tırnağa hatalıydı” şeklindeki görüşleri nedeniyle aynı çatı altında kalamayacağını düşünüp istifa eden Prof. Tahsin Yücel de ayrıldıktan sonraki bir görüşmemizde aynı konuya değindi.

Kendine özgü tavrı, her şeye küskün ve uzaktan bakan tutumuyla çok zorlanarak da olsa ‘ben’ dedi “Köşe yazısı yazmaya yatkın biri değilim. Senin yazılarını okuyorum. Tarzını kendi yazdıklarıma yakın buluyorum. Bunlar malum köşe yazısı değil. Demek ki oluyor. Bir okur var.” Bu benim için bir onurdu. Fransa’da doktora yapmış, Barthes çevirmiş (amma da tartışmıştık, ustanın Mythologies isimli kitabını Çağdaş Söylenler adıyla çevirişini. Bana göre yanlıştı, gerekçelerim sağlamdı ama Tahsin Bey bildiğinden şaşmıyordu) edebiyatı, düşünce yazısını en üst düzeyde bilen bir hocadan bunları duymak onurdu; üstelik gene yaklaşık 25 yıl önce yapıyorduk bu konuşmayı, yani ben gençken.

Tahsin Bey fazla okuru olmadığını ama yazıların küçük bir çevrede ilgi topladıklarını, garip şekilde kendisinin de başta sevmese bile şimdi yazmayı özlediğini bana fısıldar gibi, mahcup bir edayla söyledi. Benim Attila İlhan’la yakınlığımı bildiğinden ayrılış konusunun ayrıntılarına girmedi ama açık yürekle gerekçesini belirtti: “Yapamazdım Kahraman!” Görüşlerini mertçe söyleyen, değerleri doğrultusunda hareket eden herkese saygı duyarım, çok önemli bir edebiyatçı ve dilbilimci olarak Tahsin Bey’e başka bir saygım da vardı. Kendisini sevdiğimi o da bilirdi. (Tahsin Yücel’in bahsettiğim yazılarını Yapı Kredi Yayınları derledi: Alıntılar.)

***

Kısacası, 31 Aralık yazısı farklı olmalıdır ve bunda o kadar da şaşacak, garipseyecek bir yan yoktur. Nedeni şu: Amerikalıların Hollywood filmlerinden yola çıkarak çok kullandığı bir tabir vardır, story telling: öykü anlatmak. Öyküleme, bir filmin, romanın en önemli özelliklerinden biridir, tıpkı character development, karakter geliştirmek gibi. Birinin iyi olması diğerinin de iyi olacağı anlamına gelmez. Gene de bir mukayese yapılırsa insanlık aleminin büyük çoğunluğu iyi anlatılmış bir öyküyü her şeye tercih eder.

Yuval Noah Harari’nin artık bir ‘klasik’ olmuş yani herkesin aldığı ama kimsenin okumadığı kitaplar kategorisine girmiş yapıtı Homo Sapiens’i herhalde ilk okuyanlardan biriydim. Söyleyeyim, benden duymuş olun, o kitap öyle aman aman yeni bir şeyden bahsetmiyor, bilinenleri çok iyi özetliyor, tasnif ediyor.

Az şey mi? Yani bilinen bir öyküyü iyi anlatıyor. Ve kendi iddiası da o: insanlığın neden, nasıl geliştiğini, nasıl bugünkü uygarlığına eriştiğini irdelerken ‘öykü anlatma’nın önemi üstünde duruyor. ‘Topluluk ruhu’ oluşturmanın, bir araya gelmenin, birleşmenin en önemli aracı öykü anlatmaktır diyor: anlatmak. Yani, ‘öykü anlatmak’ deyimini tersine bir hiyerarşi içinde ele alalım, önce anlatmak gelir sonra öykü. Varsın öykü kötü olsun iyi anlatmak onu dönüştürür. Zaten Fransızcada da bu niteliği kuvvetli insanlar için raconteur denir, İngilizcesi ‘storyteller’dır, biz öykücü diyoruz, pek olmuyor, o daha çok öykü yazan anlamına geliyor.

Yaşar Kemal ustamız bir defasında bana yazarlığında çocukken dinlediği öykülerin önemini anlatmıştı. Gılgamış Destanı’ndan başlayarak, kutsal kitaplardan Homeros’a, 1001 Gece Masalları’na, oradan modern edebiyata kadar insanlık öykü anlatıyor, öykü dinlemek istiyor. Bugün, belki farkındasınız belki değilsiniz, başa dönüyoruz: insanlar yolda giderken, spor yaparken, yemek pişirirken, ev temizlerken artık kulaklıklarından öykü dinliyor.

***

İşte yılbaşı günlerinin, yeni yıl sabahlarının, bayramların, tatillerin okurları bu nedenle yazarlardan öykü veya öykülü şeyler anlatmasını istiyor. Öykü sıradanın dışına çıkmak, düş kurmak, hayal görmektir ve hayal kurmak sürekli milli piyango bileti almak gibidir: bir tanesi bile ‘çıksa’, ‘tutsa’ hayatımız kurtulur. Öykü dinleyelim, hayal kuralım.

Bu yazıyı işte bu düşüncelerle yazdım. Herkese gönlünce bir yıl dilerim.