Bir süre önce arkadaşlarla birlikteyken, eğitim konusunu tartışıyorduk. Üstünde durduğumuz asıl konu, bir televizyon programında ele alınan, kimi yazarların da zaman zaman dile getirdikleri, ülkeyi yönetenlerin karşılarında eğitimsiz bir kitle görmek istemeleri oldu. Bir ülkenin her alanda gelişmesi, çağdaş uygarlık düzeyine erişmesi için, eğitimli insan sayısının önemi elbette ki yadsınamaz. Başta aileler olmak üzere, toplumun olanaklar doğrultusunda, buna her türlü destekle katılması gereğini, sorgulamanın bile yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim gelişmiş ülkelerin bu konudaki yaklaşımlarını okuyor, uluslararası alanda alınan sonuçları da görüyoruz. Bunu biliyor olmalarına karşın, kimi yöneticilerin eğitimsiz insanlara güvenmeleri, ilk anda bir çelişki olarak görülebilir. Oysa gerçek nedense farklı oluyor:
Kişi ister bir kurumun isterse bir ülkenin yönetiminde bulunsun, yalnızca kendi konumunu düşündüğü sürece, bu yaklaşım çok doğal oluyor: Kimse ona rakip olmasın, istediği doğrultuda karar alabilsin, aldığı kararlar hiç tartışılmasın… Oysaki eğitimli insan düşünen, soran, sorgulayan insandır! Buna karşın çıkarlarını sürekli ön planda tutan, kendini vazgeçilmez sanan yöneticiler ise, kimseye hesap vermeyi sevmezler. Bu yüzden karşılarında bilimsel gerçekleri savunan, düşündüklerini dile getiren, onlara soru soran değil, körü körüne inanan insanların olmasını isterler. Öyle ki, koşullanan o kişiler de, çevrelerini aynı doğrultuda etkilemeye çalışırlar. Yalnız günümüzde değil, tarihin her döneminde bunun farklı örneklerini görebiliyoruz.
Onuncu yüzyılda yaşamış bir Arap din bilgini ve gezgin olan İbn Fadlan, yolculukları sırasında gördüklerini kaleme almış, ayrıca halifeye danışmanlık yapmıştır. İbn Fadlan, Volga Bulgarları arasında bulunduğunda, onların pek tuhaf davranış biçimleriyle karşılaşmış: Halk, zekâsı ve bilgisiyle ilgi uyandıran bir insana rastladıklarında, “Bu adam Tanrı’ya hizmet etmeyi daha çok hak ediyor” deyip onu yakalıyor, boynuna ipi geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlarmış.
17. yüzyılda, İspanya’da yaşamış düşünür, din görevlisi, yazar Baltasar Gracián’ın anlattığı bir öyküyü paylaşmak istiyorum:
Talih, bir gün tahtında otururken, iki kişi ondan iyilik istemek için gelmiş. İlki insanlar arasında talihli olmayı, bilgelerin desteğini kazanmayı istemiş. İkinci adamsa tümüyle tersi bir dilekte bulunmuş. Cahiller ve aptallar arasında başarılı olmayı istemiş. Yaverler bu tuhaf istekler karşısında gülmelerine karşın, Talih her ikisinin de isteğini yerine getirmiş. Onlar da mutlu bir şekilde yanından ayrılmışlar. Adamlar gittikten sonra Talih yaverlerine bunlardan hangisinin daha akıllı olduğu sormuş. Tümü birincisi üstünde görüşlerini belirtirken, Talih yanıldıklarını söylemiş, sonra da onlara şöyle demiş:
“Bilgeler, toplum içinde azınlıktadır. Oysaki aynı toplumda cahiller çok, aptallarsa sonsuz sayıdadır. Bunları yanına alan kişi tüm dünyayı yönetir.”
Gracián ile aynı düşüncede olmak istemezdim, ama üzülerek söylemek gerekir ki, yüzlerce yıl önceki bir öykünün iletisi günümüzün bir gerçeğini de vurgulamış oluyor.