Daha doğduğumuz anda başlar fedakarlıklarımız. Anne rahmindeki o muhteşem ortamı bırakıp dünyaya gelmek, ilk fedakarlığımızdır aslında. Büyümek ise ikinci fedakarlığımızdır. Sadece yemek, içmek, altına yapmak, gaz çıkarmak, biraz gülmek, bol bol ağlamak ve anne-babamızı deli etmekten başka hiçbir "sorumluluğumuzun" olmadığı o ilk günleri geride bırakıp büyümeye başlamak...
İlk ayımızı doldurmadan bile büyüklerimizin bizden beklentileri başlayıverir. Oysaki, ne kadar çok beklenti içine girilirse, hayal kırıklığına uğrama ihtimali o kadar artar.
2 yaşındayken en büyük fedakarlıklarımızdan birini yapmamız beklenir, kendimizden bir parça olduğuna inandığımız "kaka"mızı vermemiz gerekmektedir. Anaokulundayken öğretmenimiz bütün etkinliklere katılmamızı, sessizce oturup sadece onu dinlememizi bekler. İlkokul, ortaokul ve lisedeyken öğretmenlerimiz yalnızca derslere konsantre olmamızı; ailemiz ise bir yandan sosyal hayatımızda aktif olmamızı, diğer yandan ise iyi bir karne getirmemizi ister. İyi bir meslek sahibi olabilmek için üniversite hayatımız ödev-sunum-final ve tezlerle geçer. Sıra gelir, evlenip yuva kurmaya. Evliliğin, aynı evi hatta aynı hayatı bir başkasıyla paylaşmanın gerektirdiği fedakarlık ve sorumluluk anlayışının önemi tartışılmaz. Ama hayatımızın fedakarlığını, çocuğumuzu doğururken yaptığımız düşüncesindeyim. İçimizdeki varlığı, kendi bedenimizden bir parçayı, en önemli ve değerli varlığımızı "serbest bırakmamız" kolay olmasa gerek. Bize tamamen muhtaç minicik bir bebekken, kendi otonomisini kazanmasını görmek, büyümesini ve yetişmesini izlemek, 20li yaşlara geldiğinde senelerin ne kadar çabuk geçtiğine hayret etmek ve üniversiteye ve/veya yaşamaya yurtdışına gitmek isteyen o minicik bebeğimizi yeniden serbest bırakmak... İçimiz kan ağlasa da, onun geleceğinin daha iyi olacağını bildiğimiz için gitmesine izin vermek, onu en fazla birkaç ayda bir görmeyi kabullenmek...
Belki de en zoru "Kidane"ın fedakarlığıydı; "Vas, Vis et Deviens! (Git, Yaşa ve Ol!) "Bir Şans Daha" filmini seyretmek zorundasınız! Bir annenin, çocuğunun hayatını kurtarmak için kendini nasıl bir çıkmaza soktuğunu, kalbi tam tersini söylerken 9 yaşındaki çocuğuna nasıl "Git!" dediğini izlemek, empati yapmak ve duygulanmak zorundasınız... Anne sevgisinin yaratabileceği mucizeleri, fedakarlığın varabileceği boyutları görmek zorundasınız.
Kidaneın ardından, çocuğunu yeni kaybeden Hananın fedakarlığını; Yaelin Şlomoyu bağrına basarak onu adam etmesini, Şlomoyla iletişim kurabilmek için denediği tüm yöntemleri; savaşlardan daha yepyeni başını kaldıran Israilin, binlerce dindaşını ölüm döşeğinden çekip bambaşka bir hayatın kapılarını açmasını ve 9 yaşındayken ilk defa "su" gören Şlomonun, alışkanlıklarından vazgeçemese bile, inanmadığı bir hayata kendini kabul ettirebilmek için, o küçük yaşında, ne zorluklara katlandığını anladıktan sonra hepimizi "fedakarlık" kavramının anlamını bir kez daha düşünmeye davet ediyorum...