“Git, yasa ve ol” ya da “Git, yasa ve öl”...

Aylin VARON Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Paris banliyölerinde yükselen alevleri yoksulluğa değil yoksunluğa bağlıyordu Haşmet Babaoğlu 10 Kasım tarihli köşe yazısında.

Kimlikten,
Kültürden,
Güvenlikten,
Sosyal mobiliteden ve
Özgürlükten yoksun olmaya…

Yaşamaya sınırlandıkları dar alanda, şehrin kalbine yakın ama aslında o çok uzak göçmen gettolarında kendi ailelerine, kendi komşularına, kendilerinden olana ait malı, mülkü, dükkanı, arabayı yakan kara kaşlı, kara gözlü Kuzey Afrikalı Fransızlar, kimilerince dünyanın birçok farklı noktasına dalga dalga yayılacak bir toplumsal devrimin öncülüğünü yapıyordu. Plansız, programsız, ideolojisiz, lidersiz bir özgürlük savaşıydı bu… Tohumlarını "adam yerine konma" yoksunluğuna borçlu bir insanlaşma çabası, görünmez olmuş gölge kimliklerin kendilerini yakarak görünme gayreti, bir "insanlığa yeniden kavuşma" devrimi… 
Peki sorun neredeydi? Yoksulluk ve sefaletten kaçıp ait olmadıkları sömürgeci devlette insanlaşmayı bekleyen göçmenlerin, başka bir yere gidip, yaşayıp, OLMA çabalarının sonuçsuz kalması mıydı? Gidip, yaşayıp, olamayan; gidip, yaşayıp, ÖLMEyi mi seçmeliydi? Ya da öldürmeyi?
***
Etiyopya’da açlık ve sefaletten ölmek üzere olan Hıristiyan kadın oğluna, "Git, Yaşa ve Ol" diyordu… İsrail Devleti’nin Etiyopya’da yaşayan aç-susuz Yahudiler’i, kara tenli Falaşaları kurtarıp, İsrail’de yeni bir yaşama şansı sunduğu Musa Operasyonu’na kimliğini gizleyerek katılmasıyla mümkündü kurtuluş… Kurtuldu da… Ama yeni bir hayata başlamak için gittiği yabancı topraklarda entegre olabilmek, yaşayıp bir kimlik sahibi olabilmek için önce adı değişti… Sonra kokular azaldı yavaş yavaş… Dini, gelenekleri, dili ve ait olduğunu sandığı her şeyi… Hayatta kalabilmek pahasına tüm benliğiyle yenilenmesi gerekti… Yeni bir insan olursa ancak yaşamayı hak edecekti… Gitti, yaşadı ve OLDU sonunda, ama hep biraz ÖTEKİ kalarak… Yoktan var ettiği benliğini kırmızı alevlerde yakarak… Ölmedi, direndi ama bir parçasını kaybederken hep isyan etti Etiyopyalı "Shlomo"…
***
Bulunduğu coğrafyanın yanı başında, komşu topraklarda gelecekten umudunu kesmiş, toplum dışına itildiğini hisseden, eğitimsiz, işsiz güçsüz Filistinli gençlerin de bir isyanı vardı. Yeryüzünde sahip olamadıkları geleceği, cennetin vaad ettiği gelecekle değiş tokuş etmeye hazır gençlerin alevi gidip, yaşayıp, OLMAya değil, gidip, yaşayıp, ÖLMEye yetecekti… Bir intihar bombacısı tam da bu zihniyetle 15 Kasım 2003’de hem kendini, hem de İstanbul’u alevlere sürükledi bu sefer.
Peki sorun neredeydi? Yoksulluk ve sefaletten kaçamayan, ne kendi içlerinde, ne de dışlarında insanlaşamayan, insanlaştırılmayan bu gençlerin, oldukları yerde yaşayıp, OLMA çabalarının sonuçsuz kalması mıydı? Kalıp ya da gidip, yaşayıp, olamayan; gidip, yaşayıp, ÖLMEyi mi seçmeliydi? Ya da öldürmeyi?
***
Zıtlıklar tragedyasından bahsediyor dostum, öğretmenim, her zaman saygı ve beğeniyle okuduğum başyazarımız İvo Molinas bu haftaki yazısında… Zıtlıklar dünyasına biraz yakından bakınca doğunun-batının, siyahın-beyazın, duygu ve aklın çarpıştığı noktada herkes ve her şey hep o ortak potada buluşuyor aslında. Gerçekten de YOKSUNLUK var işin ucunda… Bazen aşk yoksunluğu, bazen insaniyet, bazen seçenek, bazen de aidiyet, kimlik ve özgürlük yoksunluğu. Adam OLMA, adam yerine konma yoksunluğu… Orada, burada, her tarafta… İşte bütün mesele yoksulluktan önce yoksunluğun yarattığı ruhsal boşlukları doldurmakta… Siyahı beyazı bir kenara bırakıp kırmızıda buluşmakta. Alevlerin kırmızısında değil ama… Etiyopyalı Shlomo’nun dediği gibi her insanı birbirine bağlayan, ilk insanın rengi olan toprak kırmızısında… 
Yoksa şarkın ‘hususi ve mahrem’ tarihine bir derkenar çizen şair Rıdvan Memi’nin sözleri yankılanacak çok geçmeden dünyanın her tarafında:


biz şarkın yaralı çocukları…
esmer ve aşık,
dünya ile kavgalı…
geceleri yağmura tutkun,
acının gölgesinde mağrur gündüzleri…
bakışlarımızı taşıyamazsınız
baştan aşağı yangın yeri…