Paris banliyölerinde yükselen alevleri yoksulluğa değil yoksunluğa bağlıyordu Haşmet Babaoğlu 10 Kasım tarihli köşe yazısında.
Kimlikten,
Kültürden,
Güvenlikten,
Sosyal mobiliteden ve
Özgürlükten yoksun olmaya
Yaşamaya sınırlandıkları dar alanda, şehrin kalbine yakın ama aslında o çok uzak göçmen gettolarında kendi ailelerine, kendi komşularına, kendilerinden olana ait malı, mülkü, dükkanı, arabayı yakan kara kaşlı, kara gözlü Kuzey Afrikalı Fransızlar, kimilerince dünyanın birçok farklı noktasına dalga dalga yayılacak bir toplumsal devrimin öncülüğünü yapıyordu. Plansız, programsız, ideolojisiz, lidersiz bir özgürlük savaşıydı bu
Tohumlarını "adam yerine konma" yoksunluğuna borçlu bir insanlaşma çabası, görünmez olmuş gölge kimliklerin kendilerini yakarak görünme gayreti, bir "insanlığa yeniden kavuşma" devrimi
Peki sorun neredeydi? Yoksulluk ve sefaletten kaçıp ait olmadıkları sömürgeci devlette insanlaşmayı bekleyen göçmenlerin, başka bir yere gidip, yaşayıp, OLMA çabalarının sonuçsuz kalması mıydı? Gidip, yaşayıp, olamayan; gidip, yaşayıp, ÖLMEyi mi seçmeliydi? Ya da öldürmeyi?
***
Etiyopyada açlık ve sefaletten ölmek üzere olan Hıristiyan kadın oğluna, "Git, Yaşa ve Ol" diyordu
İsrail Devletinin Etiyopyada yaşayan aç-susuz Yahudileri, kara tenli Falaşaları kurtarıp, İsrailde yeni bir yaşama şansı sunduğu Musa Operasyonuna kimliğini gizleyerek katılmasıyla mümkündü kurtuluş
Kurtuldu da
Ama yeni bir hayata başlamak için gittiği yabancı topraklarda entegre olabilmek, yaşayıp bir kimlik sahibi olabilmek için önce adı değişti
Sonra kokular azaldı yavaş yavaş
Dini, gelenekleri, dili ve ait olduğunu sandığı her şeyi
Hayatta kalabilmek pahasına tüm benliğiyle yenilenmesi gerekti
Yeni bir insan olursa ancak yaşamayı hak edecekti
Gitti, yaşadı ve OLDU sonunda, ama hep biraz ÖTEKİ kalarak
Yoktan var ettiği benliğini kırmızı alevlerde yakarak
Ölmedi, direndi ama bir parçasını kaybederken hep isyan etti Etiyopyalı "Shlomo"
***
Bulunduğu coğrafyanın yanı başında, komşu topraklarda gelecekten umudunu kesmiş, toplum dışına itildiğini hisseden, eğitimsiz, işsiz güçsüz Filistinli gençlerin de bir isyanı vardı. Yeryüzünde sahip olamadıkları geleceği, cennetin vaad ettiği gelecekle değiş tokuş etmeye hazır gençlerin alevi gidip, yaşayıp, OLMAya değil, gidip, yaşayıp, ÖLMEye yetecekti
Bir intihar bombacısı tam da bu zihniyetle 15 Kasım 2003de hem kendini, hem de İstanbulu alevlere sürükledi bu sefer.
Peki sorun neredeydi? Yoksulluk ve sefaletten kaçamayan, ne kendi içlerinde, ne de dışlarında insanlaşamayan, insanlaştırılmayan bu gençlerin, oldukları yerde yaşayıp, OLMA çabalarının sonuçsuz kalması mıydı? Kalıp ya da gidip, yaşayıp, olamayan; gidip, yaşayıp, ÖLMEyi mi seçmeliydi? Ya da öldürmeyi?
***
Zıtlıklar tragedyasından bahsediyor dostum, öğretmenim, her zaman saygı ve beğeniyle okuduğum başyazarımız İvo Molinas bu haftaki yazısında
Zıtlıklar dünyasına biraz yakından bakınca doğunun-batının, siyahın-beyazın, duygu ve aklın çarpıştığı noktada herkes ve her şey hep o ortak potada buluşuyor aslında. Gerçekten de YOKSUNLUK var işin ucunda
Bazen aşk yoksunluğu, bazen insaniyet, bazen seçenek, bazen de aidiyet, kimlik ve özgürlük yoksunluğu. Adam OLMA, adam yerine konma yoksunluğu
Orada, burada, her tarafta
İşte bütün mesele yoksulluktan önce yoksunluğun yarattığı ruhsal boşlukları doldurmakta
Siyahı beyazı bir kenara bırakıp kırmızıda buluşmakta. Alevlerin kırmızısında değil ama
Etiyopyalı Shlomonun dediği gibi her insanı birbirine bağlayan, ilk insanın rengi olan toprak kırmızısında
Yoksa şarkın hususi ve mahrem tarihine bir derkenar çizen şair Rıdvan Meminin sözleri yankılanacak çok geçmeden dünyanın her tarafında:
biz şarkın yaralı çocukları
esmer ve aşık,
dünya ile kavgalı
geceleri yağmura tutkun,
acının gölgesinde mağrur gündüzleri
bakışlarımızı taşıyamazsınız
baştan aşağı yangın yeri