Bülent babaannesini çok seviyordu

Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Yakup ALMELEK


Annesi bizim karşımızdaki binada çalışırdı. Oranın çay, kahve v.s. hizmetlerini görürdü. Bir gün şirkete girerken yanıma geldi, "Sizden bir ricam olacak, benim bir oğlum var, on dört yaşında, onu yanınıza alabilir misiniz?"
Sordum hemen, "Okula gitmiyor mu?"
Üzüntüyle yanıtladı, "gitmiyor, ne yaptıksak fayda vermedi, sokakta kalıp da serseri olmasından korkuyorum, ne olur şirkete alın, isterseniz aylık da vermeyin."
Düşündüm, on dört yaşındaki çocuk bizim ne işimize yarayacak. O anda gözlerimin önünden geçti. Ankara’da okulların tatil olduğu yaz aylarında, dokuz on yaşımdayken başlamıştım çalışmaya. Haftada beş lira alıyordum böylece sinema, gazoz vs. parasını kendim çıkarırdım.
"Oğlunuzu yarın getirin, ne aylık vereceğimize sonra bakarız" Gözlerinde yanan pırıltılardan kadıncağızın ne kadar sevindiğini ben de memnuniyetle izledim.
Şirkette arkadaşlarıma söyledim. Mırın kırın edenler oldu. Sonra duydum, bir tanesi "Oldu olacak bari bir kindergarten (çocuk bahçesi) açalım" demiş.
Bülent başladı şirkete gelmeye ve çok kısa bir sürede de hepimiz bayağı işe yaradığını izledik. "Bakkala git tuzsuz bisküvi al, faks kâğıdı şimdi bitti, koş kırtasiyeciye, şu evrakları bankaya götür.” Birkaç ay içinde daha da önemli işler verildi. "Şu parayı al şu kişiye ver. Dikkat et ha, parayı sağ elinle sıkıca tut, elini cebine koy, cebinden de çıkarma. Bu paketi müşteriye götür ve hemen dön; çünkü seni başka bir yere göndereceğiz."
O memnun, hevesle yapıyor istenileni, biz de memnunuz şirketin en genç elemanından.
Söyledi kiradaki evlerinden taşınmışlar. Taa duduluyla kendi mülkleri gecekonduya geçmişler. Dudulu-Fındıklı arası uzun yol, üç otobüs değiştiriyor; ancak hiç geç kalmıyor. Sabah altıda yola çıktığı için.
Annesi uzaklığından dolayı bizim karşımızdaki işinden ayrılmış, evde oturuyormuş artık. Telefonda anlattı. Çocuğa, "Sana buralarda bir iş bulalım" demişler. “Ben başka yerde çalışmam, başka bir yere koyarsanız kaçarım" tehdidinde bulunmuş.  Anne-baba da korktuklarından bir daha bu konuyu üstelememişler.
Bir gün sabah işe gelmedi. Öğlen oldu hâlâ yok. Merak ettik. Evini telefonla aradık. Annesi sabahleyin her gün olduğu gibi evden işe gitmek için ayrıldığını söyledi. Altı saat geçti, nerede? Kadıncağız oğluma kötü bir şey mi oldu, diye başladı ağlamaya.
Ne yapabilirdik! Emniyet Müdürlüğü’nü aradık, bilgi verdik. Hastanelere sorduk. Çocuğun izini bulamadık.
Nihayet saat öğleden sonra üçe doğru bir telefon geldi. Bulundu. Nerede? Ankara’da. Babaannesine gitmiş. Sabah evden çıkıyor, otobüsle Topkapı’ya, terminale… Oradan Ankara’ya oradan da babaannesinin evine. Babaanne aniden gözbebeği torununu görünce sevinçten kanatlanıyor ve çocuğun kimseye haber vermeden geldiğini öğrenince de koşuyor telefonun başına.
Bülent, babaannesinde bir gece kaldı ve döndü İstanbul’a.
Şirkette niye bunu yaptığını sordum. Babaannesini çok özlediğini ve onu görmek için gittiğini söyledi. "Haber vermeliydin" dedim.
"O zaman bırakmazlardı" dedi. Yanıtı mantıklıydı. Üstelemedim.
Şirketteki arkadaşlar çocuğu kovmamı salık verdiler. Kovulmak üzerinde çok kötü bir etki yapabilir, serseri bile olabilir. Bu kadar insafsız bir cezayı 14 yaşındaki bir çocuğa vermemeliyiz, savıyla öneriyi kabul etmedim.
Bülent eskisi gibi canla, başla çalışmaya devam etti.
Aradan üç dört ay geçti geçmedi bir gün tekrar gözükmedi. Annesi de biz şirkettekiler de endişe duymadık. Bir gece kaldı Ankara’da babaannesinde ve döndü. 
Şirkette bazı disiplin meraklısı şahin arkadaşlar eski önerilerini tekrarladılar. Kovmalıymışım yoksa kötü örnek olurmuş diğer çalışanlara. Öyle ya içlerinden biri aynı şeyi yaparsa,  kafasına eser de bir gün gelmezse, bizim davranışımız ne olacak? Bizim şirket çiftlik mi?
Bülent’i odama çağırdım. "Bak Bülent" dedim "Bizim sana ihtiyacımız var, sen önemli bir iş yapıyorsun. Hemen hemen herkese yardım ediyorsun, bankalara gidiyorsun, müşterilere gidiyorsun, numune mal sevk ediyorsun. Bir gün gelmediğin zaman şirketin işi kalıyor. Babaanneni özlemek, çok güzel bir duygu, bunun için seni kutluyorum; ancak şirketin de işi ihmâl edilmemek lâzım.. Haklı değil miyim?”
Evet, anlamında başını salladı.
"Sana bir önerim var" diyerek devam ettim "Babaanneni özlediğin zaman Ankara’ya git; ancak bana iki gün önceden haber ver ki biz de ona göre kendimizi ayarlayalım. Hem de sana gitmeden evvel harçlık vereceğim. Otobüste veya Ankara’da canın bir şey çekerse yersin. Harçlığını ücretinden de kesmeyeceğim. Tamam mı?"
"Tamam" dedi.
"İstanbul’da değilsem, yurt dışında isem bana şirketin telefonundan ulaşabilirsin. Haber verdikten iki gün sonra Ankara’ya gidebilirsin. Anlaştık mı?"
"Anlaştık" dedi.
Ayağa kalktım, o da kalktı. "Ciddî iş adamları el sıkışırlar, bu söz vermek demektir ve söz bozulmaz, tutulur".
El sıkıştık.
O günden sonra hiç izin istemedi. Zaman zaman Cuma akşamları mesai saatinden sonra akşam otobüsüyle Ankara’ya gitti, Pazar'ına döndü.
Bizim şirkette on beş yıl çalıştı. Şirketteyken evlendi, üç çocuk sahibi oldu.