"Birlikte Yaşamak" konusunda katıldığım bir toplantıda, sözlerime şu öyküyle başlamıştım:
Bir zamanlar, çok güzel ve değerli mücevherlerle süslenmiş, benzersiz bir altın yüzüğü olan bir kral yaşarmış. Bu yüzüğün ünü yalnız kendi ülkesinde değil, diğer ülkelere de öyle bir yayılmış ki, herkes ona bir anlam yüklemeye başlamış. Kimi onu sihirli, kimi kutsal, kimi de gücün simgesi olarak görürmüş. Bu kralın da üç kızı varmış. Her biri, bu yüzüğün bir gün kendisine miras olarak alacağını umar ve bu yüzden birbirleriyle tartışırlarmış. Bunu duyan kral, sarayın mücevheratçısına bu yüzüğün iki benzerini yaptırmaya karar vermiş. Üzerinde günlerce çalışılmış ve sonunda birbirlerinden ayırt edilmesi olanaksız iki yüzük daha yapılmış.
Kral ölünce, her bir prenses yüzüklerden birini almış, ama daha ona sahip olur olmaz, gerçek olan kendisininki diye aralarında kavga etmeye başlamışlar. Bir sonuca varamayınca, dağda bir mağarada yaşayan, nesnelerin gizlerini bilen bir bilgeye danışmaya karar vermişler.
Bilge adamın yanına vardıklarında, yüzükleri göstererek hangisinin gerçek olduğunu söylemesini istemişler. Adam yüzüklere uzunca bir süre baktıktan sonra bunu bilemediğini, ancak toprağa sorabileceğini, her şeyi bilen toprağın da buna bir yanıt verebileceğini söylemiş. Bunun için kulağını toprağa dayayarak uzunca bir süre dinlemede kalmış. Sonra ayağa kalkarak üç prensese söyle demiş:
"Toprak, bu yüzüklerden hangisinin gerçek olduğunu bilmiyormuş; ancak üçü de onunmuş. Birkaç parça altın ve taş için dalaşıyorsunuz, oysa toprak, bağrında bunlardan bol miktarda bulunduğunu söylüyor. Sizler de bir gün, nasılsa onun bağrına gideceğinize göre, birlikte sevgiyle yaşamak varken, niye tartıştığınızı soruyor?.."
Yaşlı sufi üstatlarının dediklerine göre, bu öyküde anlatılan kral Tanrıyı; üç yüzük de Museviliği, Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı simgelemektedir.
Zaman zaman inançları yüzünden tartışan insanları gördüğümde, yararı olmayacağını bilsem de, bu öyküyü anlatmak isterim.
Son yıllarda, gerek ülkemizde, gerekse gelişmiş birçok ülkede, bir yandan dinler arası bir yakınlaşma sağlanmaya çalışılırken, diğer yandan da kör inançlı, bağnaz insanların hiç bitmeyen savaşımları tırmanarak sürmektedir. Tüm inançların özünde, inananla yaratıcı arasında olması gereken, saf ve aracısız bir ilişki vurgulanırken, bu olgu, üzülerek söylemek gerekir ki, tarih boyunca tam tersi olarak gelişmiş ve insanları ayırıcı bir konuma getirmiştir. Farklı inançlar bir yana, aynı dinsel geleneğe bağlı olanlar bile, uygulamada değişik yolları seçmiş ve bu da inananlar arasında yeni çekişmelerin doğmasına neden olmuştur.
Tüm inançların özü barıştan ve kardeşlikten yanadır. Kutsal kitaplar, en somut birer örnek olarak her zaman elimizin altındadır; ama ne yazık ki onları okumaktan çok, onların yorumları üzerinde yorumlar geliştirenlere kulak veriyor, özden uzaklaşarak bireysel çıkarlar doğrultusunda söylenenleri uygulamaya çalışıyoruz. Bunlar bizim konumuz olmasa da, toplumsal sonuçları nedeniyle, her birimizi yakından ilgilendirmektedir.
Tüm öğretilerin amacı insanların mutluluğunu hedefliyorsa, birlikte yaşamanın kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu öğrenmemiz gerekiyor.