Dışhaber editörü olarak spor yazma hakkım var mı? Eski yazılarıma dönüp baktım, bundan önce bir kez daha benzer şekilde bu köşede bir futbol yazısına yer vermişim. O da taraftarı olduğum takım UEFA kupasını kazandığında. Demek ki altı yıldır futbol olarak beni heyecanlandıran, bu köşenin varlık nedenini yok sayarak futbol yazdırtan bir olay olmamış. Bundan sonra da olur mu bilinmez. İyisi mi içimizdeki futbol coşkusu bu kadar güçlüyken bu satırları yazmak.
Henüz yazının başında, bu yıl boyunca birinci futbol ligi ile fazla ilgilenmediğimi söylemem lazım. Galatasaray yönetiminin acizlikleri, Riberyi göz göre göre ellerinden kaçırmaları, futbolculara ödemelerin yapılmaması gibi nedenlerle içimizdeki Galatasaray sevgisini geçici bir süreliğine bastırıp, futbol olarak daha çok, doğup büyüdüğümüz şehrin takımı Bursasporun birinci lige çıkma mücadelesine sahip çıkmıştık.
Aslında futboldan anlayan hemen herkesin de ortak yorumu, bu yıl birinci ligin kalitesinin çok düşük, sonunun çok önceden belli olduğuydu. Ama işte kalite olmaması, futbolda heyecanın da az olacağı anlamına gelmiyormuş.
Bu yazıda kazandığımız şampiyonluğun ve geride kalan ligin teknik analizine girerek haddimizi aşmayalım. Bu işi yapacak canavar gibi bir spor ekibi var Şalomda. Ama sanki Fenerbahçeli Appiahın bu sezon boyunca kritik anlarda attığı ve atamadığı gollerle bu yılki ligin kaderini belirlediğini söylemem çok yanlış olmaz.
Aslında işin insani boyutuna da girmeye pek gerek yok. Ne de olsa koyu bir Fenerli olan başyazarımız İvo Molinas, bu şampiyonluk ile gözler önüne serilen büyük ironiyi, kaleye çekilen bir şutun (Fenerlilerin hiçbir zaman unutamayacakları Appiahın şutundan bahsediyor olacak tam bu noktada) kalenin on santim dışı yerine, on santim içine girmesi ile sarı-kırmızı coşkunun yerini nasıl sarı-lacivert coşluya bırakmış olacağından satırlarına gözyaşları karışarak, en romantik üslubuyla bahsedecektir bu haftaki köşesinde.
Ama Ivo Molinas gerçeğini bir kenara bırakarak, bir Galatasaraylı olarak yazmak zorunda olduğum bir şey var. Futbol, ancak taraftarıyla, tribünüyle heyecan bulan bir oyun. Boş tribünler ve yine tribün ağzı ile "tiyatro izlemeye gelmiş" gibi sessiz oturan taraftarlar ile bu sporun zevki hiç çıkmıyor.
Ben de bizi şampiyonluğa götüren Kayseri maçına kadar tribünlerin büyüsünün çoşkulu marşlar, bağaran, kendini yırtan taraftarlar olduğunu sanırdım. Oysa öyle değilmiş. Galatasaray maçının bittiği, Fener maçının bitmek bilmediği o meşhur 16 dakika boyunca yaşanan stres dolu bekleyiş, sanırım kazanılan şampiyonluğu çok daha anlamlı kılıyor. İşte o bekleyiş anında tribünlerde oturan bir arkadaşım, Fener maçının bitimine kaç dakika kaldığını sormak için beni aradı. O konuşmada tribünlerin korkutucu sessizliğini fark ettiğimde, futbol beni daha önce hiç yaşamadığım şekilde heyecanlandırdı. Keşke bu maçta arkadaşımla birlikte tribünlerde olup, o dakikaları yaşayabilseydim. Belki o zaman arkadaşımın dediği gibi, bu olay hayatımın en önemli üç olayı listesindeki yerini alırdı. Ama dediğim gibi, üç beş saniyeden uzun sürmeyen bir telefon konuşması ve 35 bin endişeli taraftardan yükselen sessiz uğultuyu duymam da aslında bana yetti. Demek ki ortak bir tutkuya sahip onbinlerin hep bir ağızdan bağırması kadar hep bir ağızdan susması da yeterince büyülü bir durummuş.
Bu köşenin tarihindeki ikinci futbol yazısı da böylece bitiyor. Galatasaraylı futbolculara son ana kadar mücadele ettikleri için, Fenerbahçelilere de bu mutluluğu son anda, ama çok daha yoğun bir şekilde yaşamamızı sağladıkları için sonsuz teşekkürler.
Bakalım üçüncü futbol yazısını yazmak için kaç yıl beklemek gerekecek.