Yakup ALMELEK
Cumartesi yarım, Pazar tam en sevdiği günlerdi. Gezme, dolaşma ve beyindeki kurtları dökme zamanlarıydı bunlar. Bir buçuk gün süren büyük bir mutluluk… En güzeli bu coğrafi yolculuğun ayda dört kere tekrarlanmasıydı. Sık sık da düşünürdü. Tanrı cömert bir bilinmezdi.
19 yaşındaydı ve hafta sonlarını kâinatın Ulu Mimarının çok değerli bir bağışı olarak görüyordu…
O hafta ne olmuştu! Cumartesi öğlene kadar şirkette çalışmıştı. Öğleden sonra arkadaşlarıyla buluşmuştu. Sinemaya gitmişlerdi. Film berbattı ama ne beis onların neşesi her olumsuzluğun üstesinden gelmeğe yeter de artardı bile. Her hafta gittikleri muhallebicide karınlarını doyurduktan sonra içlerinden birinin evinde geceden başlayarak gün ışıyıncaya kadar sohbet etmişlerdi.
Sohbetin konusu ne idi! Şüphe yok ki kızlardı.
Ertesi gün Pazar da aynı tatlılıkla geçmişti. Dört kafadar, Kilyos’ta denize girmişlerdi. Döndüğünde evinin penceresinden yıldızları seyir etmek ne kadar hoştu. Ne yaparlardı bu ışıl ışıl gök cisimleri! İnsanlar onlara bakarken belki de onlar yeryüzündeki canlıları izliyorlardı. Kim bilir!
Haftanın birinci çalışma günü annesinin ikazıyla uyandı. "Hadi çabuk ol, geç kalacaksın" Fırladı yataktan. Ancak yüzünü yıkayabildi. Patronu zamanında şirkette olmayanlara çok kızardı. Dakik olmalıydı çalışanlar.
Kahvaltıyı kaçırdı ancak otobüse yetişti.
Şirketin kapısından içeriye girerken karşı duvardaki saate gözü ilişti. Üç dakika erken gelmişti. ‘’Bravo’’ diye mırıldandı kendi kendine, "Zafer bizimdir’’.
Şirkette ilk selamlaştığı kişi patronu oldu. Patronu onu görür görmez şunları söyledi: “Ne oldu, hem saçların çok uzun, hem de üç günlük sakal tıraşın duruyor’’
Buz gibi kaldı.
Üzüntüsü büyüktü. Eğer o çok değerli hafta sonu aynaya tek bir kere bile bilinçle bakmış olsaydı olumsuzluğu hemen fark etmiş olacaktı. İçin için biliyordu, patronu sinirlenmekte haklıydı.
Çalışan, iş yerine saçı sakalına karışmış gelemez.
Masasına oturdu. Dolu doluydu. Birden aklına düştü. Şirketin karşısındaki caddede bir berber dükkânı vardı. Öğle tatilinde oraya gitse… Çok pahalı olduğu söylenirdi. Çok da lüksmüş. Tahmin etmeğe çalıştı. Ne kadar olabilir. Kendi berberinden yüzde elli pahalı olsun. Bir misli olacak değil ya!
Yelkovan ile akrep on ikiyi gösterince koştu oraya. Gözü kamaştı içeriye adımını attığında. Her zaman gittiği iki sade koltukluk berberi nere, burası nere. Tıraş olurken sual edildi. "Şampuan ister misin? Friksiyon ister misin, şu, bu,’’ Utancından hayır diyemedi. Her şeye verdiği yanıt "Evet"ti.
Nihayet şölen bitti. Borcunu sordu. Duyduğu rakama inanamadı. Tahmininin iki katından bile fazlaydı. İyi ki yanında yeterince parası vardı. Ödedi.
Beş buçuk gün çalış. Haftalık kazancının yarısını bile geçen kısmını berbere ver.
Bir ihmalin faturasıydı cebine yüklenen.
Şirkete döndü. Patronu değişikliğin hemen farkına varmıştı. "Sen berbere mi gittin" diye sordu. Evet, yanıtını alınca da "Aferin çocuğum" demişti. Ne kadar sevinmişti bu söze. Artık dünyalar onundu.
Evde annesi saçını pek beğendiğini söyledi. Babası bir kıza güzel görünmek için mi saçlarına bu kadar itina gösterdiğini sorarak takıldı. Akşam yemeğinden sonra buluştuğu arkadaşları böyle saçın kendisine çok gittiğini betimlediler. İçlerinden bir kız onu çok yakışıklı bulduğuna yemin etti.
Ancak onların hiç biri berbere ne kadar para verdiğini sormadı.
O günün bir ders içerdiğini ise zaman zaman düşündü.
Yaşamı ayrı perspektiflerden de gözleyebileceğini öğrenmişti.