Pygmalion

Sibel ALMELEK İŞMAN Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Yunan mitolojisini keşfetmeye çalışıyorum. Hani bazı şeyleri, tanıdıkça daha çok seversiniz ya. İşte bu, binbir öyküden oluşan, kahramanı bol, heyecanı dolu dizgin zengin kaynak da, insanı öyle cezbediyor.
Mitos nedir? Behçet Necatigil, "100 Soruda Mitologya" adlı kitabında şöyle açıklıyor: "Mitos, Yunancada söz öykü anlamına gelir. Mitoslar, ilkel insan topluluklarının, evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama ihtiyacından doğmuş öykülerdir."
Her milletin, dünyanın ve insanın yaratılışı ile ilgili efsaneleri var. Öğrendikçe, onlardan da söz ederiz. Biz, şimdilik Ege kıyılarında kalalım. Ancak, şunu da eklemek gerekir. İtalya’da doğan Latin (Roma) Mitologyası ile Yunan mitologyası arasında bir çok benzeşme ve kesişme var. Dolayısıyla, bu öyküleri günümüze aktaran kalemlerin bir kısmı Yunanlı, bir kısmı ise Latin:  Homeros, Hesiodos, Ovidius, Vergilius ve başka şairler ve oyun yazarları...
Her şeyin (ama gerçekten aklınıza gelebilecek her şeyin) bir tanrısı, tanrıçası ya da perisi var bu anlatılan dünyalarda. Yıldırımları elinde tutan Zeus, evliliği koruyan Hera...Kocaman bir aile bu. Aralarındaki hiyerarşi de belli. Bu yüce varlıkların insani özellikleri var. Tanrı da olsalar, duyguların karmaşasını yaşıyorlar: aşk, nefret, kıskançlık, merhamet, rekabet...
Ovidius’un anlattığı bir aşk öyküsünü seçtim sizler için:
"Kyproslu bir heykeltraş olan Pygmalion, kadınlardan nefret ederdi. Ömrü boyunca evlenmeyeceğine and içmişti. Sanatı yetiyordu ona.
Günlerden birinde, bir kadın heykeli yapmaya karar verdi. Artık bilinçaltının itmesiyle mi verdi bu kararı, yoksa insanlara kusursuz bir kadının nasıl olması gerektiğini göstermek mi istedi, bilinmez. Uğraştı, didindi, o güne kadar yapılmış en güzel kadın heykelini yonttu. Yaptığıyla yetinmedi, defalarca düzeltti, usta parmaklarıyla yeniden biçimlendirdi heykelini. Sonunda da, o fildişi parçasına aşık oldu.
Bir süre, heykeliyle oynadı. Ona çeşit çeşit elbiseler giydirdi, küçük kuşlar, pırıl pırıl çiçekler armağan etti. Gece olunca, yatağına yatırdı, öpüp kokladı. Düşlerinde, onun canlandığını gördü. Ama sonunda, cansız bir şeyi sevdiğini, o acı gerçeği anlayıverdi.
Aşk tanrıçası Venüs, tüm bunları görüyor, bu yeni aşk çeşidiyle yakından ilgileniyordu. Mutsuz delikanlıya yardım etmeye karar verdi.
Venüs Bayramı gelmişti. Halk, aşk tanrıçası için kurbanlar kesiyor, her yerde şenlikler yapıyordu. Pygmalion,Venüs’ün tapınağına gitti ve ona yalvardı. Karşısına, yaptığı heykele benzeyen bir kız çıkarmasını diledi. Sonra evine dönüp, fildişi sevgilisinin karşısına geçti. Uzun uzun baktı heykele, eğilip cansız dudaklarından öptü.
Ansızın irkilerek geri çekildi Pygmalion. Öptüğü dudaklar, her zamanki gibi soğuk değildi, ılıktı. Bir daha öptü. Ilık dudaklar, giderek ısındı ve yumuşadı. Büyük bir sevinçle sarıldı ona. Venüs, bu büyük aşkı karşılıksız bırakmamış, heykeli canlandırmıştı."
Bu öykü, pek çok resim ve heykelde yansıtıldı. Yıllar değil, yüzyıllar sonra, İngiliz oyun yazarı Bernard Shaw’a da ilham vermiş. Shaw’un, 1913 yılında yazdığı oyunda, heykel ve heykeltraş ikilisinin yerini, bir dil profesörü ve çiçekçi kız almış. Profesör, sokaklarda yaşayan bu kızı, bir hanımefendi yapmak üzere iddiaya giriyor meslektaşıyla. Dönüşüm gerçekleşiyor. Ancak, mutlu sonla bitmiyor aşkları. Bu konu da kısa bir zaman sonra, "My Fair Lady" müzikalinin temelini oluşturmuş. Müzikallerin iyimser havasından olsa gerek, öykünün sonunda aşk kazanıyor.