Kördüğüm

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Ortadoğu son yılların en sıcak yazını yaşıyor. Savaşın şiddeti insanları çaresiz bırakıyor. Ulusal basın olsun, televizyonların haber kanalları olsun, savaştan enstantanelerle zenginleştirdikleri programlarında,  İsrail’in savunmasız Lübnan halkına karşı giriştiği haksız ve acımasız saldırılardan söz ediyorlar: tahrip edilen altyapı, çökertilen köprüler, yollar, binalar ve öldürülen insanlar…
Hal böyle iken, geleneksel olarak mazlumun yanında yer almış Türk kamuoyunun İsrail’e karşı fikirler içine girmesi, her kesimden insanın, İsrail’in yaptıklarını – bir gazetecinin yazdığı gibi – lanetlemesi doğal karşılanmalıdır. Ancak, gerçeğin arayışı içinde olmak, taşları yerli yerine oturtmak açısından önemlidir.
1970’li yıllarda, Ürdün Kralı Hüseyin’in Filistin Kurtuluş Örgütü ve lideri Yaser Arafat’ı sınırları dışına itmesi sonrası, örgüt tüm faaliyetlerini Lübnan topraklarına aktarır. Bekaa Vadisi adeta İsrail’e karşı yapılmakta olan terör içerikli savaşın üssü haline gelir. Aynı Bekaa Vadisi’nde, FKÖ’nün 1980 öncesinde Türkiye’deki rejimi değiştirmek için yola çıkan sol gruplara kucak açtığı, daha sonra ayrılıkçı faaliyetleri hâlen süren PKK teröristlerini eğittiği, her nedense göz ardı ediliyor.
Yurtdışındaki bazı yorumcular, 1982’de İsrail’in Lübnan’a girip Beyrut’a kadar ilerlemesi sonrasında Lübnan halkının – en azından belli bir bölümünün – Hizbullah çatısı altında toplanmaya başladığını söylemekte ve İsrail’i bu durumdan sorumlu tutmaktadırlar. Oysa İsrail’in giriştiği askeri harekât Lübnan’ın geleceğini bloke eden ve oradan İsrail’in kuzeyine gönderdiği katyuşalarla bölgede hayatı yaşanmaz kılan FKÖ’ye karşı idi.
Bu savı dillendirenler, Suriye’nin Lübnan’da yirmi seneyi aşan varlığını unutmaktadırlar… Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine, Suriye’nin ancak birkaç ay evvel, uluslararası baskılara da dayanamayarak, kuvvetlerini Lübnan’ın egemen topraklarından çektiğine dikkat etmeden yapılan bu yorumlara ancak “acı bir tebessüm” ile karşılık verilebilir.
Son senelerde İran’ın İslam dünyasında “ağabey” rolünü üstlenmek için olanca gayreti ile çalışması, bunu yaparken de, İsrail karşıtı söylemini derinleştirmesi gözden kaçırılmamalıdır. Tahran yönetimi, Suriye’nin Lübnan’daki varlığını çok güzel değerlendirmiş, Şam ile yıllardır olan iyi ilişkileri sayesinde, Hizbullah’ı İsrail sınırının burnunun dibinde, bir fidan gibi yetiştirmiştir. Bunu yaparken Lübnan halkından pek de tepki almamıştır. Hizbullah Lübnan’ın sosyal ve siyasal yaşantısına girmiş ve bağımsız Lübnan devletinin geleceğini, sınırlarının bütünlüğünü ipotek altına almıştır. Lübnan parlamentosunda ve hükümetinde resmen temsil edilen Hizbullah, nasıl oluyor da ayrı milis kuvveti bulunduruyor? Bu milis kuvveti kimin emrinde hareket ediyor? Gelişen olaylar Lübnan Meclisi ve Hükümeti’nin Hizbullah üzerinde pek de bir etkisinin olmadığını kanıtlıyor.
Aslında, bu anlamda savaş Lübnan ile İsrail arasında değil, Hizbullah ile İsrail arasında…
İşte sorun burada… Lübnan çöküyor, Lübnan halkı acı çekiyor… İsrail’e roketler iniyor, insanlar günlük yaşamlarından koparılıyor. Yazık, çok yazık! Oysa egemen bir ülke olabilmiş olsaydı, Lübnan da tıpkı Ürdün ve Mısır gibi İsrail ile barış yapabilir ve iç savaştan çıkmış bu ülke tekrar eski günlerine dönebilirdi: Beyrut yine Ortadoğu’nun Paris’i olabilirdi…
Basında şimdi de ABD ile İngiltere’nin son olayları planladıklarından söz ediliyor. Yurt dışındaki bazı basın kuruluşlarının muhalefet etmek adına başlıklarına taşıdıkları bu komplo teorileri, bizim gazetelerimizi de süslüyor. İyi ama, İran ile Suriye’nin uzun yıllardır Lübnan’ın güneyini parsellediklerinden ve burada kendi kontrollerinde, devlet içinde bir devlet yarattıklarından neden söz edilmiyor? Ediliyorsa da neden bu haberlere aynı önem verilmiyor? Yoksa bu durum, diğerinden daha mı az sansasyonel?
Hamas ile olan problemleri de unutmamak gerek. Yapılan seçimler sonucu Filistin Özerk Yönetimi’nde iktidara gelen Hamas’ın siyasi bir parti olarak İsrail’i tanımayacağını ilan etmesine, İsrail’e karşı silahlı mücadeleyi devam ettireceğini bildirmesine, milislerini veya sempatizanlarını kontrol edememesine, daha doğru deyişle, kontrol etmek istememesine, ne demeli? Siyasi bir parti hüviyeti ile ve halk iradesi ile başa gelenlerin, devlet devamlılığını gözeterek İsrail’in varlığını tanımaları gerekmez miydi   İsrail’i tanıyıp, masaya oturup barış sürecine katkıda bulunmak varken, nefret ile sulanan intikam adına, kendi halkının sefaletine sefalet katmayı tercih etti Hamas…
Kimse bölgede barışa kolayca ulaşılacağını söylemiyor. Bunun için öncelikle insan ve toplumların birbirleri ile konuşması ve birbirlerini anlaması gerekiyor. Bu anlamda, öncelikle Hizbullah milislerinin BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı uyarınca silahlarını bırakmaları bekleniyor. Böylece hem Lübnan’ın üzerindeki ipotek kalkacak hem de “İsrail – Lübnan ilişkileri” diye bir şey olacak.
Hamas’ın İsrail Devleti’nin varlığını tanıması ve kâh Filistin Özerk Yönetimi’nin kâh ilgili tüm başkentlerin Ortadoğu’daki yangını söndürmeye kararlı olmaları da önemli. Seneler boyunca bu topraklardaki iki halkın birbirleri ile olan anlaşmazlıklarını sömüren devletlerin artık yaşananlara duyarlı olmaları gerekiyor. Unutulmamalıdır ki, Türkiye de bölgedeki barışın kazananlarından olacaktır…
Savaş, iki tarafı keskin bir bıçak misali işlevini acımasızca yerine getirir ve her iki taraftan da kıymetler heba olup giderken, onun nedenlerini tartışmak mantıksız hatta acımasız gelebilir;
“İlk önce yangını söndürmek gerek” denilebilir… Doğru!  Ancak maalesef eksik…
Olası yangının nedenlerini yok etmeden, onu önleyecek adımları atmadan hareket etmek ve daha sonra da “yangın çıktı” diye dövünmek veya “yangını hemen söndürün” diye feryat etmek ancak yürekleri burkar, o kadar…