Bir cenaze dönüşü, arkadaşlarla oturduğumuz pastanede, ne denli uzak durmaya çalışsak da, ölüm konusu konuşmalarımıza egemen olmuştu. O andaki duyguların etkisiyle hayatın anlamı / anlamsızlığı sorgulandı. Her birimiz ölenle ilgili değişik zamanlarda oluşmuş anılarını, onun yarım kalmış özlemlerini anlattı. Üzüldük, hüzünlendik!..
Zaten hep öyle değil midir? Cenaze başında yoğun bir ölüm düşüncesi içindeyken, yaşama farklı bakış açılarıyla yaklaşır; geçmişte yapamadıklarımızı, gelecekte yapmak istediklerimizi tartışır, bir süre sonra da tümünü unutur gideriz. Bu arada günlük sıradan işlerin, coşkuların, hüzün ve mutlulukların sarmalında ölüm, pusuya sinmiş, en olmadık anda karşımıza çıkmak için bekler.
Kemal Tahir, Ölü olan yerde neden yavaş konuşuruz? diye sorduktan sonra, şöyle yanıtlar: Hepimiz, ölüm karşısında kendimizi suçlu hissederiz de ondan...
Tüm inançlar, her ne kadar ölüm sonrası için bir beklenti içinde tutuyor, farklı umutlar aşılamaya çalışıyorsa da, bir yakınımızın yaşantımızdan eksilmesinin boşluğu kolay doldurulmuyor. İstenildiği kadar inancımıza sıkıca sarılalım, duygularımızı yenmeye ya da düşünsel olarak kendimizi aşmaya çalışalım, ölüm gerçeğini değiştirme gücünü hiçbir zaman gösteremeyeceğiz.
Yaşamın biricik gerçeği, sanatçıların da en büyük esin kaynağı olmuştur. Bu konuda kalem oynatmamış, ölümü değişik yüzleriyle göstermemiş bir yazar var mıdır, bilmiyorum. Şiir, roman, öykü ve denemenin olduğu kadar, tüm sanat dallarının temel izleklerinden biri ölüm olmuştur.
Nobel Edebiyat Ödülü almış ünlü yazar Octavio Paz, Yalnızlık Dolambacı adlı romanında şöyle diyor:
Ölüm ve doğum, insanın kendi başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar, yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. Ölüm kendinden önceki yaşama dönüş mü? Ölüm denen şey, günle gecenin, zamanla sonrasızlığın karşıt olmadıkları doğum öncesi yaşamın yeniden yaşanması mı acaba? Ölmek demek, canlı varlığın sonu mu? Sakın ölüm gerçek yaşam olmasın? Doğum eğer ölüm yolculuğunun başlangıcıysa, neden ölüm de doğum olmasın? Bilmiyoruz! Bilmiyoruz ama bütün varlığımızla, bizi ezen bu karşıtlıktan kurtulmaya çabalıyoruz. Kendi varlığının bilincinde olmak, zaman, akıl, töre ve alışkanlıklar gibi hemen her şey bizi bir yandan yaşamdan uzaklaştırmaya özendirirken; öte yandan, her şey bizi doğduğumuz yere, yaratıcı kucağa dönmeye zorlamıyor mu?
Ünlü yazarın ortaya koyduğu sorular, düşünmek isteyenler için kışkırtıcı iletiler içeriyor. Bunlardan hiçbirinin yanıtını veremesek de, aramanın mutluluğunu tatmış oluyoruz. Belki de ölümün gizini bulmak isterken, hayatın gizini buluyoruz.
Bu konuda söyleyeceklerimiz bitmez.
Sözlerimizi, Senecanın sözleriyle noktalayalım:
Ey hayat! Ölüme şükret... Seni onun sayesinde seviyorum.