İnsanı çileden çıkartan trafiğinin yanısıra, yaşadığımız şehir akıl almaz bir metropol. Günü ve geçmişi aynı anda soluyoruz. İstanbulu büyülü kılan da bu değil mi?
Pazartesi günü Prof. Stanford Shawın cenaze töreni için Ortaköydeki Etz Ahayim Sinagogundaydım. Yaklaşık bir yıl kadar önce aynı yerde Prof. Jak Deleona son görevimizi yerine getirmiştik. Bir edebiyatçı ve bir bilim adamı; İstanbulun eski/sevilen bir yöresi olan Ortaköyde tarih hep birilerini buluşturuyor sanki..
Stanford Shawu sadece kitaplarından tanıdım. İlkokul yıllarına kadar İngilterede, yaşamının büyük bölümünü Amerikada geçiren ünlü tarihçi için Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Ali Doğramacı: Stanford Shaw hakkında bir konuşma yapmam gerektiğinde, düşündüm. Ben bir mühendisim. Mühendisler ölçer. Bu insanın çapı ise bir ülkeye sığamayacak kadar büyüktü. Doğası, birleştirici özellikler kapsıyordu. Kolay değil, fakat büyük bir insandı. UCLAdan Bilkente gelmesi için sekiz yıl boyunca 35 mektup yazdığımı hatırlıyorum. dedi.
Bilkent Üniversitesinde uzun yıllar Osmanlı Tarihi dersleri veren Shaw anısına törende konuşma yapan herkes ortak bir cümlede buluştu: Onu tanımak bir ayrıcalıktı. Aşkenaz Cemaati de bu ayrıcalıklı insan için ebedi istirahat yerinin, Atatürkün ve İsmet İnönünün dişçisi Dr. Sami Günzbergin yanında olmasını uygun gördü.
Sinagogdan çıkarken arkamda duran Marmara Üniversitesinden bir öğretim görevlisinin: Shaw, eşi Ezel Hanımla nasıl tanışmış? sorusuna biraz kızarak, İnsanların özel yaşamlarını nerden bileyim, dedim. Hanımefendi, bir insan Amerikada yaşasın, dünya çapında bir bilim adamı olsun, Türkiyeye gelsin, aile sahibi olsun ve Ortaköyde bir sinagogda son yolculuğuna uğurlansın. Sıradan bir yaşam değil ki...
Huzur içinde yatsın.
* * *
Geçtiğimiz Çarşamba günü gazeteden arkadaşlarla Darphane-i Amirenin yolunu tuttuk. Akşam vakti işten çıkıp şehrin öbür ucuna gitmek bayağı iyi oluyor. Gece vakti aydınlatılmış sokaklarda yürüdük. Erken geldiğimiz için Mehmet Günyelinin Hindistanını da ziyaret ettik. Karanlıkta bir ışık gibi patlayan biri birinden canlı fotoğraflar kendileri için konuşuyorlardı. Güzel bir rastlantı, Günyelinin de o akşam sergi mekanında bulunması, içeriğe bir farklılık kattı doğrusu.
O akşam Darphaneye, Prof. Jak Deleon anısına düzenlenen İstanbul Yazarları Festivalinin açılış gecesine katılmak için gittik. Zamanında Deleonla bir röportaj yapan arkadaşımız Çela Yuna, söyleşiden çok etkilenerek bu projeyi gerçekleştirdi. Mekan seçimi fevkaladeydi. Yaşasaydı, Deleon bile etkilenirdi. Gerçi Jak, pırasa köftesini çok severdi, ama keşke ikram daha az olsa konuşmalara ise daha çok dinleyici katılsaydı. Bu da iyi bir basın ilişkisi ile gerçekleşirdi. Dilerim önümüzdeki yıllarda bu olay Prof. Deleonun senelerini geçirdiği Boğaziçi Üniversitesinin şemsiyesi altında yapılabilsin, hatta Deleon adına bir vakıf kurulsun. O zaman atılan adımlar kalıcı bir platforma oturur.
Gece, yapılan konuşmaları dinledim; belgesel sunum başlarken gitmek durumundaydım. Sokağa çıktığımda aydınlatılmış parke taşlarda yürürken, barkovizyondan Jakın sesi geliyordu.
Bir varmış, bir yokmuş...
* * *
Perşembe günü UÖML sekizinci sınıf öğrencileri, değişim programı çerçevesinde, yedi Alman öğrenci ile birlikte gazetemizi ziyaret ettiler. Bir ders saati süresince Osmanlı Sefarad Enstitüsü Sorumlusu Karen Ş. Gerson ile bilgilendirdiğimiz genç dostlarımızla, öğrencilik günlerimi de anımsadım. Dilerim bir gün kendilerine tanınan olanakları ve ne denli şanslı olduklarını farkederler.