Orhan Pamukun Nobel konuşmasını okurken babamı anımsadım, hüzünlendim. Pamuk, bu konuşmasında babasının bavulunu anlatıyordu. Bir ara daldım, bilinç dışı elli yıl öncesine gittim:
Babamın da bir bavulu vardı. Büyük boyutta, kalın saplı, bordo renkli... Ama Pamukun anlattığı, babasının ömrü boyunca biriktirdiği yazdıklarıyla doldurulmuş bavulla hiçbir ilgisi yoktu, kuşkusuz. Öyle ki, babamın yazmak bir yana, çocuk yaşta atıldığı yaşam savaşımında geç saatlere kadar çalışmaktan, bir gazete bile okumaya zamanı olmadı. Haftanın altı günü dışında Pazar günleri de mahalle aralarında taksitle mal satardı. Bu Nobel konuşmasıyla da anımsadığım, babamın mallarını taşıdığı, yağmur çamur demeden kapı kapı dolaştırdığı bir bavuldu. Mahalleci başlıklı bir denememde bunu anlatmıştım:
Her pazar günü babam İzmirde, Namazgâhtan Konaka sağ elinde koca bir bavul, sol elinde bir çanta, içlerinde her türlü çorap ve çamaşır çeşidi, omzuna da havluları atar, ev ev bunları taksitle satmaya çalışırdı. Ne çileli işti o! Bütün gün yüklendiği o ağırlıkla dolaşmak, gerçekten bedensel bir güç gerektirirdi; ama sanırım en zor olanı, bayanlara mal satmaktı. Bir gereksinimleri olsun olmasın, tüm bavulu boşalttırıp neler satıldığına bakmak, sanki bir zorunluluktu onlar için. Her kapıda bunları açmak, yeniden düzgün bir şekilde toplamak için hem sabır hem de zaman isterdi. Bayanlara ürün beğendirmek, her satıcı gibi, mahallecinin de görevi diyelim; ancak bir sadaka alırcasına taksitleri toplamak yok mu... Hele vermedikleri ya da vermek istemedikleri zaman söyledikleri akla gelmeyecek yalanları dinlemek.. Satın alıp kullandıkları eşyaları, sanki yeni ve bozuk alınmış gibi geri vermeye çalışmak... Kapılarını çaldığınızda, taksitlerini ödememek için evde olmadıkları izlenimini vermek...
Bütün bu olumsuzluklara, bayanların bitmez tükenmez kaprislerine çaresiz alışmıştı babam; oysa yedi-sekiz yaşlarındayken onunla çıktığım zamanlar, müşterilerin bu davranışlarına nasıl katlandığını sorardım. Ellerini umarsızca açar, ne yapayım oğlum, bizim geçimimizi bunlar sağlıyor, her gün birini darıltırsam, sonra kimlere mal satarım ki derdi. Tuttuğu kalın cari hesap defterini anımsıyorum. Ayşe, Fatma, Naciye, Pervin, Süheyla gibi adlarla doluydu. Kimdi onlar, nerede otururlardı? Yalnızca babam bilebilirdi. Bulundukları evden taşındıkları anda, o alacaklar da nasılsa silinir giderdi. Zaten babam bu mahallecilik işini yapamaz duruma geldiğinde, o adlar da acı-tatlı birer anı olarak kaldı belleğinde. Zaman zaman o eski müşterilerinden birini yolda gördüğümüzde, borcu kalanlardan kimi görmemezliğe gelip yolunu değiştirir, borcu olmayanlardan kimileri de, uzun süre sattığı ürünlerin eksikliğini duyduklarını söylerlerdi. İçlerinden birini anımsarım, borcunun üstünden belki otuz yıl geçmiş, babam öleli de on yıl olmuştu. Nasılsa beni bulmuş, bir borcu kaldığını, helalleşmek istediğini söylemişti. Her ne kadar almamakta direttiysem de, o, kendince otuz yılın farkını da ekleyerek helal etmemi istemişti. Öylesi de çıkmıştı içlerinden.
Babam işi bıraktığında, yıllar yılı yüklendiği bavul, nerdeyse kullanılamayacak bir durumdaydı. Yine de onu atmaya kıyamadığımızı, evin bodrumunda bir süre daha sakladığımızı anımsarım.
Anlatılabilse, her bavulun bir öyküsü vardır!