Eski çağlardan günümüze, dünya yazını içinde yer alan sevgi öykülerinin, dilden dile dolaşan sevda masallarının sayısını kestirmek olanaksız. Her geleneğin, bu aşkları anlatan ölümsüz kahramanlarının öykülerini okurken onlarla özdeşleşir, onların coşku ve yazgılarını duyumsayarak heyecanlanırız.
Eskiden yalnızca sözlü geleneklerle yaygınlaşan bu anlatılar, sinema ve televizyonun tüm yaşantımızı kuşatmasıyla, düşlemlerimizi hiç zorlamadan bizi etkilemeyi sürdürüyorlar. Sinema filmleri kadar her gün giderek artan televizyon dizileri, aşk ekseninde kurguladıkları senaryolarla, bu etkiyi en üst düzeyde tutmayı başarıyorlar. Aşk, nasıl ki yaşamın ayrılmaz bir parçasıysa, düşlemlerimizi kışkırtacak yazınsal kurgulamalar da onun dışında olamaz!
Aşk ya da sevda...
Bir tutkuyu dile getiren bu sözcükler, yalnız yaşandığında değil, her kulağımıza çalındığında, yüreğimizi ısıtabiliyor. Ya anılarımızdan bir yaprak gözlerimizin önünde açılıyor ya da o anda, eksikliğinin burukluğunu duyumsuyoruz. Aşkı ister doğanın bize bir armağanı olarak görelim, isterse içimizde doldurmaya çalıştığımız bir boşluk olsun... Böyle bir sevdanın peşinde koşmamış, onun acısını ve mutluluğunu tatmamış insanları zaten konumuzun dışında bırakıyoruz.
Faruk Nafiz Çamlıbel, bir şiirinde Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar / Tarihe karıştı eski sevdalar dese de, gerçekte öyle midir?
Kimi zaman, kitaplarda okuduğum aşkların yalnızca birer düşlem ürünü olup olmadıklarını düşünürken, günün birinde kitle iletişim araçlarında yer alan bir haber ya da çevremizdeki kimi insanların olağan dışı davranışları bunların çağdaş görünümlerini yansıtabiliyor: Sevda yüzünden acı çekenler, hayata küsenler, evini terk edenler, hatta yaşamına kıyanlar...
Sevda ya da kara sevda sözcükleri, bende nedense acıyı, gözleri körelten bir aşkı, aklın önüne geçmiş bir tutkuyu çağrıştırır; oysa sevgi, daha uzun süreli ve çok daha geniş boyutlu... Sanki yalnız bir insana değil, doğaya ve bütün insanlığa yönelen bir eğilimin insandaki yansıması olarak düşünüyorum. Kuşkusuz bu söylediklerim tartışılabilir: Bir insanı seven, tüm insanlığı sevmeli mi, diye de sorulacaktır. Söylemek istediğim, sevgi sözcüğünün barındırdığı zengin anlamlarla bağlantılıdır; ama asıl gelmek istediğim nokta, sevdanın sevgiye dönüşmesi gerektiğidir!
Bu sevda bir insana ise, körü körüne bir tutkuya değil...
Daha geniş boyutta...
Akılcı, evrensel, mutluluk kaynağı olan, uzun ömürlü bir sevgiye götürebilir.
Edip Canseverin şu dizeleri de size bir şeyler söyleyecektir:
Bizim sevdamız da öyledir, iyi şiirler gibi
Biraz da herkes içindir. Ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli
Var eden kendini birincisinden
Yani bir sevdayı sevgiye dönüştüren.