Basketbolun sevilmesi için dahi kapsamlı iletişim projeleri yürütülmesi gereken ülkemizde buz pateni gibi bize oldukça uzak bir sporu akıllıca bir stratejiyle önce öğreten, sonra sevdiren Buzda Dans yapımcılarını kutlayarak başlamak istiyorum yazıma. Yarışmada zaman zaman popstar alışkanlıkları nüksetse de, buz pateninin yükselme trendinin saman alevi olma ve bu sporun kısa süre sonra yeniden bilinmedik pistlere dönme ihtimali bir hayli yüksek olsa da, amatör sporların doğru stratejilerle seyirci toplayabileceklerini ortaya koyması açısından başarılıdır Buzda Dans prodüksiyonu.
Sen de modaya uydun, buz pateni mi yazacaksın? diyenleri duyar gibiyim ama bu haftaki konumuz biraz daha farklı... Yazının başında yer alan kısa övgü paragrafı hariç, konunun buz pateniyle kesişen kısmı Buzda Dans finalinde yaşanan bir hadiseyle sınırlı. zleyenler bilirler, yarışma boyunca en azından estetik olarak Asenadan daha başarılı bir görüntü çizen Zeynep Tokuşun yarışmayı kazanması herkes için sürpriz oldu. En başarılı yarışmacının başarısının sürpriz olarak algılanmasının sebebi ise; Asenanın ailevi problemlerinin konuşulmasından, kendisinin halka seslenerek hayatında ilk kez babasına bir başarı götürmek istediğini söylemesinden ve en son olarak Asenanın koçu olan Alman patencinin sünnet olacağını açıklamasından sonra televizyon başındaki izleyicilerin duygusal davranıp Asenaya oy atacağının düşünülmesiydi. Ancak Oyak Bankın iyiler her zaman kazanır konulu reklamının hemen ardından daha iyi kaydığı düşünülen Tokuşun biriciliği açıklandı. Tabii burada sporda her zaman hakedenin kazandığı gibi Pollyanacılıklara veya Asenanın mı Tokuşun mu birinciliği daha fazla hakettiği gibi tartışmalara girmek niyetinde değilim. Zaten bana göre beklenenin gerçekleşmemesinin nedeni, o konuşmanın hedef kitlesinin yarışmaya ilgi göstermemesiydi. Yoksa bu tarz konuşmaların yarışmacılara puan kazandırdığını farklı kanallarda, farklı yarışmalarda fazlaca gördük.
Kısaca, Pazar akşamı, futbolun sadece sahada, basketbolun sadece salonda oynanmadığını ezberine kazımış olan bizler buz pateninin de sadece buz üstünde gerçekleşmediğine şahit olduk. Şaka tabii... Söylemek istediğim şudur ki; içinde bulunduğumuz topraklarda sporun ruhunu artık iyiden iyiye tükettiğimizi bu birkaç haftalık yarışma bile ortaya koydu. Tamam, sporun hemen hemen tüm dallarının kapitalistleşmesiyle, Pelenin saf yeteneklerine değer verilen günlerden, bir pop idol olarak Beckhama tapınıldığı günlere gelişimizle zaten sporun ruhuna dair çok fazla şey kalmamıştı dünya üzerinde. şin ekonomik boyutuyla başa çıkmak pek olası değil ama yine de başarıda her yol mübah çizgisine gelmemek mümkün. Demek istediğim Ronaldonun kahraman haline geldiği kulüpler olan Barcelonaya da, Intere de her ikisinin ezeli rakibine ardı ardına transfer olarak ihanet edişine alışmak durumundayız ama sahadaki güç farkını, kalite farkını diğer politikalarla kapatmaya çalışmak da buna tenezzül etmemek de bizim elimizde. Bırakalım da puan farkının kaç olduğu yöneticilerin demeçlerinden değil, sahadaki mücadelenin sonucunun yansıdığı puan tablosundan öğrenilsin. 100., 101., 102. yılında şampiyon olacağız diye tribünlerdeki onbinleri, spor kamuoyunu germeyi bırakalım, varsın 114. yılımızda Milanla, Chelseayle mücadele edebilecek kulüp yapısına ulaşalım. Senelerdir aynı filmi başa sarıp izliyoruz ama hala öğrenemedik. Popülizm günü kurtarabilir, sportif alanın dışında yürütülen çeşitli iletişim stratejileriyle, veya daha farklı yollarla kısa vadede iyiler değil daha az iyi olanlar da kazanabilir (ki örneklerini çok yakın zamanda gördük). Ama popülist politikalar, ekonomik ve sportif yapı geliştirilmedikçe uzun vadede çöküşün önüne geçemeyecektir. Bugünün endüstriyel spor dünyasına uygun bir örnek vererek bitirelim: Coca Cola dünyanın en iyi reklam ajanslarıyla, iletişim stratejistleriyle çalışıyor, en yüklü bütçelerle iletişime geçiyor olsa da, o kırmızı kutunun içindeki güzel tat bozulduğu gün Coca Cola olarak kalamayacaktır.