İstanbul Film Festivali çerçevesinde geçtiğimiz Cuma günü Beethoveni Anlamak adlı filmi izledim. Filmin konusu 1820li yılların Viyanasında Beethovenin 9. Senfoniyi bestelediği süreç üzerine kurulu. Konserin prömiyerine birkaç gün kala Beethovenin yanına 23 yaşında genç müzik öğrencisi Anna gelir. Annanın görevi Beethovenin çalışmalarını (notalarını) temize geçmektir ve çalıştıkça, Beethovenin hem müziğini hem de kişiliğini daha yakından tanır. Beethoven ise Annanın gençliği, azmi ve ruhunda aradığı ilhamı bulur.
Beethoven, klasik müzik bestecileri arasında en büyük isimlerden. Onun çalışmalarını bilmek, müzik kültürümüz için olmazsa olmazlardan biridir. Beethoveni eserleriyle, kulağının duymamasına rağmen besteleyebilmesiyle, orkestrayı yönetebilmesiyle tanırız. Film ise, bizi bir insan olarak Beethovenin dünyasına yaklaştırıyor.
İzlediğim ve anladığım kadarıyla, Beethoven büyük bir narsist, kendisini neredeyse Tanrı görüyor. Yaşadığı yer oldukça dağınık, kendisi pek bakımlı değil ve kimi zaman oldukça kaba. Buna karşılıksa yeğeni Beethovena karşı büyük bir sevgi duyuyor. O, piyano çalmak için yeteneği olmadığını söylese de, ona karşı umutları hep diri; o kumarda kaybetse de, para yardımını esirgemiyor. Yine bir bakıyoruz Annaya karşı oldukça kaba olabilirken, sevgisi hep üstün çıkıyor.
Beethoven bir sanatçı ve sanatçıların o meşhur ruh hâlini layıkıyla taşıyor.
Filmin bana göre en çekici yanlarından biri Viyananın Beethovena karşı yaklaşımı... Başarısı ve müzik dehası şehrin önde gelenlerinde kabul edilmekle beraber, günümüzde ona karşı duyulan saygının izlerine birebir rastlamıyoruz. Bir çalışması beğenilmediğinde kolaylıkla eleştirilebiliyor, bittiğine kanaat getirilebiliyor. Yine de birçok platformda sanatçının sözü ağır basıyor.
Sanat icra edebilmek için bir yeteneğe sahip olmak, birçok kişiye göre Tanrının lütfudur. Beethoven, Mendelson, Mozart, Leondardo Da Vinci, Picasso, Tolstoy, Kafka ve daha nice isim üzerinde tartışmayı sürdürdüğümüz sanatçılar. Onlar bize ilham verir, onların yapıtlarına hayranlık duyarız. Hayatta kendimi en değersiz hissettiğim anlar, bir sanat eseri ile karşı karşıya kaldığım zamanlardır. Bu büyülü etkileşimi seviyorum ve yeri geldiğinde de o eserlerin yaratıcıları üzerine düşünüyorum.
Wagner bir bestesini tamamlayana değin odasından çıkmazmış, her ihtiyacını orada giderirmiş ve odasında hiçbir köşe olmazmış, geçişler yuvarlakmış. İzlediğim film, Beethovenin yaşantısına dair ipuçları verdi. Sanatçılar alışık olduğumuz gündelik hayatı çok daha farklı bir biçimde yaşıyorlar. Yarattıkları eserler o denli büyük ki, bu farklılıkları bir yerden sonra yadırgayamıyoruz bile. Bu değişik ruh hâlini incelemek kuşkusuz bir sanat eseri yaratabilmenin anahtarını bize vermeyecek; daha çok eseri ve sanatçıyı anlayabilmeme katkıda bulunacaktır.
Filmle ilgili olarak Viyananın Beethovena yaklaşımından sözettim. Bir sanatçının tam olarak anlaşılabilmesi ve beklediği saygıyı görmesi zaman ister. Beethoven bu saygıyı kendi yaşadığı zaman diliminde büyük oranda yakalayabilmişti; ama her sanatçı için böyle olmadığını biliyoruz. Bunun en çarpıcı örneklerinden birine geçtiğimiz Şubat, Ankara Devlet Tiyatrosunun Modigliani isimli oyunuyla tanık oldum. Amadeo Modigliani hak ettiği değeri ancak ölümünden sonra görebilmişti. Bu da yaşamın bir cilvesi olsa gerek... Hem sanatçılara büyük bir yeteneği veriyor hem de zor yılları...
Bu yazıdan çıkan sonuç nedir? Bir sanatçıyı anlamak kolay değil; çünkü onların kendi felsefeleri var. Anlamak emek ve birikim isteyen bir süreç... İlgi duyduğumuz sanat dalları için, o süreçte biz de yer alabilmeliyiz. Böylelikle, sanat eserleriyle aramızdaki bağ güçlenecek; aynı zamanda sadece sanatçılara karşı değil, insanlık için duyduğumuz saygı da pekişecektir.