Yakup ALMELEK
1951 belki de 1952. Ankara’da okulların tatil olduğu yaz aylarında Tan adıyla maruf bir kırtasiye dükkânında çalışıyordum. Eskiden o bölgeye Taşhan denilirdi. Sonra ‘’Ulus’’ oldu.
14- 15 yaşındaki bir çocuk ne yapabilir ufacık bir işyerinde? Hemen açıklayayım. Yerleri süpürür, vitrin camlarını siler ve bu işler başarı ile bitti mi !
Tezgâhtarlık başlar. Bir görevim daha vardı. Sevkiyat. Genelde büyükelçiliklerin verdikleri kırtasiye siparişlerini bir ticari taksiye koyup yerlerine götürmek ve teslim etmek.
Bu oldukça zahmetliydi. Özellikle temmuz ayında, başkentimizde güneş insanların enselerinde boza pişirtir.
Kadromuz ben dahil üç kişiydik.Büyük patron, İstanbul’da yaşardı. Ayda bir Ankara’ya ya gelir ya gelmezdi. Küçük patron, Moiz Abiydi. Oydu firmanın sorumlusu. Onu çok severdim. Çünkü iyi insandı. Beni de büyük kişi yerine koyardı. Konuşur, sorular sorar ve anlatırdı. Kendimi önemli bir insan gibi görürdüm. Sır da vermişti bir kere. Ankara’da Musevi Cemaatinin tanınmış kişilerinden birinin kızını sevdiğini ve evlenmeğe niyeti olduğunu açıklamış, benden bunu saklamamı tembih etmişti. Sonradan o kızla evlendi.
Şimdi anlatacağım olayla bu yazımın başlığına doğru adımlar atacağız.
Bir gün, bir sefaretin kırtasiye siparişini muhtelif paketler içinde yoldan geçen ticari bir taksi tutup, götürdüm. Malzemenin içinde beş paket A4 kâğıdı da vardı. Taksi güvenlik çizgisinde paketleri bırakıp gitmişti. Binaya onları ben taşıdım ve şunu gördük, A4 kâğıtlarını arabada unutmuştum.
Namustan yoksun şoförün paketleri görmemesine imkân yoktu çünkü arka bagajda yer kalmadığı için sürücünün yanındaki koltuğa koymuştuk.
Sefaret görevlisi telefonla Moiz Abiye durumu bildirdi. Çok üzülmüştüm. Otobüsle dükkâna dönerken ağladığım görülmesin diye gayret sarf ettiğimi anımsıyorum. O yıllarda kâğıt imalatı ülkede yok. Her şey ithal ediliyordu ve çok da pahallıydı.
‘’Haftalığımdan kesin’’ demiştim patronlarıma ama ‘’hayır ‘’diye yanıtlamışlardı.’’Birinci sefer olduğundan affedeceğiz.’’
Anneme, babama da anlattım. ‘’Bir daha gözlerini dört aç” dedi babam. Ağırıma gitmişti bu söz.
Birden aklıma düştü. O taksiyi bulacaktım.
İşe gidip gelirken ve hafta sonları artık gözlerim caddelerde ve taksilerdeydi. Tanrıya da her sabah dua ediyordum. “Ne olur, bana o arabayı bulmama yardım et!’’
Babam takılıyordu. İkinci dünya savaşı biteli beş-altı yıl olmuştu. Milyonlarca insan ölmüştü. Yaşamlarını kaybedenlerin bir kısmı çocuktu. Savaş sürerken babam haberleri Fransız radyosundan izler ve bağırırdı. Tanrım nerelerdesin!. Duyardık ve korkardık. Babam “Tanrı o vahşete karşı bir şey yapmadı. Senin beş paket kâğıdını mı buldurtacak’’ İşittikleri onu inanmayan bir kişi yapmıştı. Dini vecibelerin hiçbirini de rahmetli oluncaya kadar yerine getirmedi.
Ancak aradan galiba bir ay geçmişti. Bir pazar arkadaşlarla gezmeye gittiğimiz Çankaya’da o taksiyi gördüm. Münakaşa şu bu plaka numarasını aldım. Moiz Abi Ulus Emniyet Müdürlüğüne bildirdi. Şoför gerekeni ödedi.
Bu basit ve sade olay benim üzerimde derin bir etki bırakmıştır. Babamın yorumu “bu sadece bir tesadüftür, Tanrı ile ilgisi yok” mealindeydi.
Hakikaten öyle mi? Babam sonsuzluğa intikal ettiğinde gerçeği öğrenmiştir. Merak ediyorum. Sıram geldiği zaman bu sırlara ben de vakıf olacağım.