Zaman zaman durup düşünüyorum, tüketmeye başladığımız yüzyılı nasıl tanımlayabiliriz diye. İnsanlığa yıkım getiren büyük savaşların damgasını vurduğu yirminci yüzyıl birçok lideri toplumlara armağan etti, bu liderlerin etrafında yeşeren ideolojiler baş döndürücü bir hızla gelişti, ve - muhtemelen- birey ve toplumların üzerinde derin izler bırakarak tarih sahnesinin solmuşları arasında yerlerini aldılar. Geçen yüzyıl, daha öncekilerden çok ta farklı olmayan travmalarla dolu bir dönemdi. Belki de toplumdaki bireyin ya da bireylerin oluşturduğu toplumun olgunlaşması için, tüm taşların yerli yerine oturması için bu acı dolu döneme gereksinim vardı.
Nükleer çağ, teknoloji çağı, uzay çağı, rekabet çağı, bilgi çağı: Zaman yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla doğru akarken, eskitilmiş asrın hangi karakterinin günümüze damgasını vuracağını tartışır olduk. 11 Eylül saldırıları terörü ön plana çıkartırken, medeniyetler çatışması veya ittifakı gibi daha önce çok ta üstünde durulmayan hatta yabancı olunan- olguları gündeme oturttu. Buna bağlı olarak, yaşam tarzları, gelecekteki beklentiler arasındaki farklılıkların dürttüğü, temelinde etnik, dini, ulusal kırıntıları barındıran kavgalar mı bu döneme damgasını vuracak diye düşünülür oldu
Yoksa, e- iletişim ile tepe noktasına varan, bilgiye son derece kolay bir şekilde ulaşılırken, onun yorumlanmasından, irdelenmesinden o oranda hızla uzaklaşılan bir döneme mi giriliyor? Bu kimliği ile çağımızın, yığınları teknolojinin nimetleri ile yoğrulan bir ortaçağ bağnazlığına sürüklediğini iddia etmek ne kadar yanlış olur? İçinde yaşamakta olduğumuz dönem hız ile tanımlanan bir dönem aslında: En az zamanda en çok soruyu doğru çözenlerin onay gördüğü; başarıların ya da başarısızlıkların salt rakamlarla ifade edildiği; her şeyin ve bu arada insanlar arası ilişkilerin, doğanın bizlere sunduğu eşsiz güzelliklerin, kaynakların hızla tüketildiği, sevginin parmakların ucunda ifade bulduğu ve çokça parasallaştırıldığı, bu anlamda romantizmin nostaljiye dönüştürüldüğü bir dönemden söz ediyoruz ne yazık ki!
Hayatın akışı kişiyi öylesine önüne katmış ki, zücaciye dükkanında dolaşan fil misali, yıka döke savruluyoruz. Ve bu dönemde kimsenin durup diğerini duymaya, anlamaya vakti yok gibi; hatta kendisi gibi düşünmeyeni, yaşamayanı yok saymaya varan bir eğilim de sezilmiyor değil. Bu yok sayma tarihin derinliklerinde çatışmalara, savaşlara, katliamlara yol açmıştı. İnsanın yapısında var olan sevgi, nefret, hoşgörü, kin, yapıcılık veya yıkıcılık gibi birçok elementi barındıran duygu karmaşası, geçmişte olduğu gibi bugün de kendini belki değişik şekillerde gösteriyor, yarın da göstereceği kuşkusuz bir gerçek
Nitekim geçtiğimiz günlerde oynanan Galatasaray Fenerbahçe maçında yaşananlar , antik Romadan bu yana insanın hayvansal dürtülerinde çok bir şey değişmediğini kanıtladı aslında. Ucunda çıkar bulunmayan, salt sporun güzelliği ile yoğrulması gereken bir süreç bu kadar çirkinleşebilir, nefret bu kadar somutlaşabilirdi
Benzer olaylar, ekonomik, sosyal, siyasal, yapısı ne olursa olsun bütün toplumlarda görülebilir. Bazen bir seçimin öncesinde ya da hemen sonrasında olabilir; bazen ekonomik bir çıkarla ilişkilendirilebilirken, salt bir nüfuz çatışmasına da dayanabilir. Böylesi toplumsal patlamaları onaylamak zor, ama anlamak mümkün. Ancak insanları ve ulusları birbirine yakınlaştırması beklenen sanatsal, bilimsel ve sportif etkinliklerde, gözlerde çakmak çakmak parlayan nefret selini görmek çok acı. Toplumlar düşünebilen, bir adım ötesini tartabilen organizmalar değildir. Bu anlamda, irrasyonel davranışların bizleri nerelere taşıyabileceğini,
önemsiz görülen olayların nelere mal olabileceğini düşünmek ise çok korkutucu.