Yıl 1988.
Henüz "intifada" kelimesi dünya dillerine yeni girmeye başlamış.
İsrail Ulusal Birlik Hükümeti başbakanı Şimon Peres, akılcı bir ekonomik programla üç yılda enflasyonu %400 seviyelerinden %15 düzeyine çekmiş ve orduyu Lübnan batağından kurtararak ülkenin kuzey sınırında sükûneti sağlamış.
İsrail genel seçimlere hazırlanıyor. Ana gündem maddesi yeni başlayan intifada sonucunda Filistinlilerle masaya oturulması: Şimon Peres üç yıllık icraatlarının başarısına güvenerek "Filistinli liderlerle görüşelim" diyor.
Hükümet ortağı Likud lideri İzak Şamir buna şiddetle karşı çıkıyor: "Teroristlerle masaya oturulmaz!"
Peres toprak karşılığı barış temelinde mini bir barış planını seçim öncesinde halka açıklıyor. Kamuoyu yoklamalarına göre halk başbakana destek veriyor. İşçi Partisi yaratılan olumlu havanın ve batılı liderlerin de desteğiyle tek başına iktidarı kapma hevesinde.
Ekim 1988, seçimlere yalnızca birkaç gün var. Eriha kentinde bir İsrail'li kadın ve üç çocuğu terör saldırısı sonucunda araçlarında yanarak can veriyorlar. Basına yansıyan korkunç görüntüler seçmenleri derinden etkiliyor. Aylarca yapılan kamuoyu yoklamalarının aksine sandıktan az farkla sağcı Şamir çıkıyor. Aynı senaryo 1996'da Oslo Antlaşmasının civcivli günlerinde ve 2000 yılında Barak'ın başbakanlık döneminde seçimlerden birkaç gün önce yapılan intahar saldırıları sonucunda tekrarlanıyor. Üç seçim, ve üçünde de belirleyici faktör terör. Seçmen korkularıyla sandığa gidiyor ve en sert kim tavır takınıyorsa onu seçiyor. Yani sağa yöneliyor.
Türkiye yoğun bir terör ortamında seçime gidiyor. Yalnızca geçtiğimiz Mayıs ayında terör 42 can aldı. Günlük hale gelen şehit cenazelerinde yaşanan manzaralar hükümet üyeleri için bir utanç tablosu. Artık sadece halk değil şehit aileleri tarafından da protesto ediliyorlar. Ancak hükümet meclisi toplayıp orduya tezkere çıkarmaya yanaşmıyor. AKP, "dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler" yaygarası ile topladığı söylenen oyu hergün gelen şehit cenazeleri ile kaybediyor.
PKK ise direk çatışmadan kaçınarak - Hizbullah ve Taliban yöntemiyle - askeri konvoylara uzaktan kumandalı mayınlarla saldırıyor. Mücadele iyice asimetrik bir hal alıyor. Düzenli orduların, zorlu arazide vur-kaç taktiğiyle saldıran küçük guruplarla mücadele etmesi daha zor. Sınırın Irak tarafı, dağlık Türk tarafına göre, kontol noktaları oluşturmak için daha elverişli. Türkiye, bu nedenle İsrail'in 1986'da Lübnan'da yaptığı gibi Irak sınırının içerisinde
3- 5 kilometrelik bir güvenlik şeridi oluşturmak istiyor. Askerin talebi meclisten tezkere çıkarılması "Türkiye kararlı"ve "sabrımız taştı, gireceğiz" mesajının verilmesi.
Ancak AKP'nin bir "Kuzey Irak" politikası yok. Erdoğan Barzani'yi önce bölgesel lider konumuna çıkarmıştı şimdi kabile reisi olarak adlandırıyor. Politika üretmedeki bu kısırlık nedeniyle seçim öncesinde geniş kapsamlı bir operasyonun düğmesine basılması çok zor. Neredeyse yarısı gelecek seçimlerde aday olamayacak bu meclisten hükümetin tek başına tezkere çıkarabilmesi garanti değil.
Üstelik bölgede kimse Türk askerini Irak'ta görmek istemiyor. ABD, Türkiye'nin niyetinin ciddi olduğunu anlayınca Kuzey Irak'ı tamamen terk etti. Böylece hem kendi kamuoyuna "bakın yavaş yavaş çekilmeye başlıyoruz" mesajı verdi, hem de NATO müttefiki ile karşı karşıya gelmekten kaçınarak krizin boyutlarının kendi çıkarları açısından kontrol edilebilir sınırlar dışına çıkmaması için önlem aldı. Boşluğu doldurmak isteyen Barzani Türkiye sınırına kendi askerlerini yerleştirebilmek için altı yeni karakol yaptırıyor.
Diğer taraftan ABD askerlerinden kaçmak için bir süre İran'da saklanan Şii örgüt lideri Mukteda El-Sadr, Türkiye'yi Irak'a girmemesi için uyarıyor! Görünüşte Türkiye'nin "girerim" tehtidi bile parçalanmış Irak'ta birlik çabalarına destek oluyor. Aslında, Irak farklı silahlı güçlerin kontrolünde Lübnan'laşıyor.
Bu çetrefilli tabloda yaratıcı diplomasi yollarını geliştiremeyen, devletin zirvesinde uyumu sağlayamayan ve halkı birleştiremeyen siyasetçilerin 22 Temmuz'da seçim kazanmaları zor gözüküyor.