Bulunduğum söyleşilerde ya da yazdığım denemelerde olsun, yeri geldiğinde her biri bilgelik ışığı taşıyan öykülerden yararlandığımı beni tanıyanlar bilir. Bunları araştırıp okumak ve bir başkasından dinlemek kadar, zaman zaman anlatmaktan da büyük keyif alıyorum.
Neler mi var bu öykülerde?
Bu öykülerde, kendi birikimimiz doğrultusunda yaşamın anlamını bulabiliriz!
Tüm insanlık tarihi boyunca güncel olan ve korunmaya çalışılan erdemleri...
İnsanın her yaş ve konumunda eksilmeyen tutkularını...
Bireysel ve toplumsal ilişkilerini...
Duygu ve düşüncelerin yansımalarını...
Kişiyi güçlü kılan, zekâ ürünü gülmeceyi ve yergiyi...
Yaşamın karşıtlıklarını...
Her dönem insanının yaşama bakış açısı ve duruşunu...
Bu öyküler aynı zamanda anlatıldığı coğrafyadaki insanların kültür ve geleneklerini, çarpıcı bir şekilde dile getirmektedirler.
Yaşamı bu denli kucaklayan öykülerden, özellikle başta Doğu inanç ve gelenekleri olmak üzere, bütün din ve düşün önderlerinin yararlandıklarını görüyoruz. Bu şekilde düşüncelerinin yayılması ve güçlendirilmesi için öykülerin kısa ve çarpıcı iletilerini kullanmışlardır.
Diyelim ki tutkudan, elindekiyle yetinemeyip her zaman daha çoğunun peşinde koşan insandan söz etmek istiyoruz. Bunu bireysel görüşler yanında, din ve düşün önderlerinin sözleriyle besleyip açıklayabiliriz; oysa anlatacağımız kısa bir öykü, eğitimi ne olursa olsun, her insana ışık tutabilir:
Bir maymun, bir kayanın içindeki küçük bir deliğe buğday tanelerinin düştüğünü görmüş. Deliğe soktuğu elini buğdaylarla doldurmuş, ama delik o kadar küçükmüş ki, avucu sıkılı bir durumda çıkarması olanaksızmış. Elini biraz açsa, belki buğdayların çoğu delikte kalacaktı; ama hem elini oradan kurtarmış olacak, hem de birkaç tane de olsa buğday elde edebilecekti. Ancak maymun ne elinden vazgeçiyormuş ne de buğdaylardan. Böylece eli, orada sıkışık durumda kalmış.
Yine diyelim ki, bilgi ve birikimin getirdiği bakış açılarını, maddesel değerlere ve sanata olan yaklaşımımızı dile getirmek istiyoruz. Bunun için Halil Cibranın şu öyküsünü anlatabiliriz: Bir gün, adamın biri tarlasından çok güzel bir mermer heykel çıkarmış ve onu bir koleksiyoncuya götürmüş. Koleksiyoncu bu heykele çok yüksek bir fiyat ödeyerek adamdan satın almış. Adam elinde parası evine giderken şöyle düşünmüş: Bu para ne yaşamlara değer! Bir insan bu paranın hepsini bin yıldır toprağın altına gömülüp unutulmuş cansız bir taş beden için nasıl ödeyebilir?
Koleksiyoncu ise elindeki heykele hayranlıkla bakarak şöyle demiş: Ne kadar güzel ve ne kadar canlı! Nasıl bir ruh bunu düşlemiştir kim bilir! Ve bin yıllık tatlı uykusuyla ne kadar taze. Bir insan bütün bunları cansız, düş gücü olamayan parayla nasıl değişebilir?
Öykülerin iletileri yeterince açık...
Uzun söze gerek var mıdır?