Türkiye'de ortalama bir günde 48 spor yazısı yazılıyor. Futbol maçı olan günlerin ertesi günü maçın önemine ve maç sayısına göre bu sayı 90'lara kadar çıkarken, en ölü günde (misal yaz sezonu) bu sayı 22'den aşağı düşmüyor. Son iki ayda 364 ayrı spor yazarı aktif olarak köşelerinde yazı yazmış. Türkiye - Bosna Hersek maçını SADECE ertesi gün 86 ayrı yazar köşelerinde yorumlamış. Fenerbahçe - Beşiktaş maçını SADECE ertesi gün 73 ayrı yazar köşelerinde yorumlamış. 29 Ekim Pazartesi - 3 Kasım Cumartesi günleri arası, derbiden önceki hafta, 163 ayrı yazar, toplamda 342 derbi yazısı yazmış.
Sevgili Yakirin sayfamızın mail grubuna yolladığı yukarıdaki veriler (kendisinin affına sığınarak kullanıyorum) Şalomspor yazarları arasında kısa süreli sürüye dahil olup olmama tartışması yarattı. Şalomspor yukarıdaki rakamları kalabalıklaştıranların arasında mı yoksa bu resmin tamamen dışında mı yer almalıydı? Benim bu soruya verecek kesin bir yanıtım yok. Tek söylemek istediğim son iki ayda yazı yazan 364 ayrı spor yazarının çok azının Şalomun yazı kalitesine uyum sağlayabilecek yetenekte olduğu. Bu yazının esas konusu ise Şalomun durduğu yer değil, yukarıdaki tablonun bize ne anlattığı. Yukarıdaki tablo bu ülkede futbolun yaşamın ne denli büyük bir parçası olduğunun kanıtı. Ama maalesef yukarıdaki tablo toplumumuzun eninde sonunda bir oyun olan futbolla ne kadar fazla oyalandığının da kanıtı.
Mutlaka duymuşsunuzdur, Napoli Maradonanın öncülüğünde İtalya şampiyonluğunu kazanır, sokakta sevinç gösterilerine katılan bir Napoli taraftarı kendisine uzatılan mikrofona şu şekilde cevap verir: Yarın yine borçlarım olacak ama bu akşam kral benim! Futbol, bu oyuna tutkun olanlar için çoğu zaman bir başkaldırı olarak adlandırılır. Ancak futbol tutkunlarının dışa vuramadıkları bir gerçek de şudur: Futbol bazen de kaçıştır. Tam da Napolili taraftarın sözleri üzerinden okuyabileceğimiz gibi... Dünya tarihinde pek çok politik figür futbolun hayata karşı aldığı bu sığınak pozisyonundan ve toplum üzerindeki büyük etkisinden fazlaca yararlanmıştır. General Franco bunu açıkça ifade etmiş ve kurduğu diktatörlüğün işlerliğini 3F (Futbol, Fado, Fiesta) yardımı ile sağladığını söylemiştir. Eduardo Galeano kitabında, solcu aydınların, futbolu yığınların gücünü azaltan ve devrimci güçlerini başka yönlere kanalize eden bir araç olarak tanımlayışına işaret eder. Sosyalist görüşlere göre futbol bir burjuva entrikasından başka bir şey değildir.
Kısaca, futbol kitleleri meşgul etmek, toplumun sisteme olan eleştirisinin dozunu düşürmek gibi roller üstlenmiş tarih boyunca. Bu durum bazen direk politik müdahaleler sonucu gerçekleşmiş olsa da ben böyle bir şartın mutlak gerekli olduğunu düşünmüyorum. Futbol, direk politik müdahalelerden bağımsız olarak toplumun gönüllü bir şekilde içine girmeyi tercih ettiği bir alan olarak da varolmuştur. Türkiye örneğini bu çerçevede ele alabileceğimiz fikrini taşıyorum. Türkiyede özellikle 80ler ve sonrasında tribünlerin çoğunluğu şehirlere göç edip tutunamayanlardan, kendini şehirde ifade edemeyenlerden oluşmuştur. Bunu 1980 sonrası futbol tezahüratları ile arabesk müzik arasındaki paralellikten de görmek mümkündür. Arabesk de futbol da kaotik ortamda savrulanların kendilerine açmaya çalıştıkları alanlar olmuştur. 90larla birlikte futbolun hayatın zorluklarına karşı panzehir olma durumu iyice barizleşmiştir. Tüketim kültürünün etkisiyle artan medya organları için de futbolun toplumda edindiği bu yüksek değer üzerine oynamak akılcı bir stratejiydi tabii ki. Ancak diğer taraftan medya da futbola fazlaca yer vererek zamanla toplumun bu oyuna olan ilgisini iyice zıplatan bir faktör haline dönüştü. Bu döngü böylece süregeldi ve işte karşınızda yukarıda sergilenen tablo!..
Bir futbol bağımlısı olarak bu oyunu ciddiye alanlardanım. Bu yazının sonunda bu oyunu küçümsediğimi düşündürttüysem yazıyı boşa yazmışım demektir. Ancak bu oyunun bu ülkenin yakın gelecekte kaderini belirleyecek olan gelişmelerle (Avrupa Birliği, küresel ısınma, ülke içi politik meseleler, vs.) kıyaslandığında daha fazla kişi tarafından tartışılması, gazete sayfalarında daha fazla yer bulması da rahatsızlık verici. Medyanın bağımlıya istediğini değil ideal olanı veren doktor rolüne bürünmesinin ütopik olduğunun da farkındayım. Ancak şu da bilinmeli ki futbolumuzun farklı renklerinin birbirleriyle olan ilişkilerinde şiddetin, nefretin, kinin bu denli yoğun olarak bulunmasında bu işi yıllardır aşırı önemsiyor oluşumuzun rolü çok büyük. Ve maalesef, futbola atfedilen önem (ki çoğu zaman hayatın gerçeklerine atfedilen önemin bile üzerine çıkıyor) bu seviyelerde seyrettikçe, hayatımızdaki eksikliklerin futbol dünyasında nefret ve şiddet olarak vücut buluşuna da alışmak durumundayız.