Bir türlü alışamadım. Bu deneyimi pek çok kere yaşamama rağmen, nedendir bilinmez, içimi rahatlatamadım henüz. Mesele nedir acaba? Kapalı bir yerde olmak mı? Çok yükseklerde yol almak mı? İstediğim anda, kapıyı açıp, dışarı çıkamamak mı? Canım çektiğinde, pencereyi aralayıp, bir yudum hava soluyamamak mı? Kontrolün üniformalı birtakım adamların elinde olması mı? Başka insanların bilinçli hareket etmeleri ya da etmemelerinin, hepimiz için hayati önem taşıması mı?
Bir türlü alışamadım. Bu deneyimi pek çok kere yaşamama rağmen, nedendir bilinmez, içimi rahatlatamadım henüz. Mesele nedir acaba? Kapalı bir yerde olmak mı? Çok yükseklerde yol almak mı? İstediğim anda, kapıyı açıp, dışarı çıkamamak mı? Canım çektiğinde, pencereyi aralayıp, bir yudum hava soluyamamak mı? Kontrolün üniformalı birtakım adamların elinde olması mı? Başka insanların bilinçli hareket etmeleri ya da etmemelerinin, hepimiz için hayati önem taşıması mı?
Görüyorum ki, sorularımın listesi uzayıp gidebiliyor. Çocukluğumda tanıştığım uçaklara, bu yaşımda bile, korkudan titreyerek değil ama hafif bir tedirginlikle binebildiğim gerçeğini kabullendim. Ben böyleyim. Ne yapayım? Kendimle ve uçan kuşlarla barışık yaşamaya çalışıyorum. Çünkü onlarsız da olmuyor. Zaten, zihnimin bir köşesinde, en güvenli yolculuğun havada gerçekleştiğini söyleyen, hatta bunu tekrarlayıp duran bir ses var. En azından üst katlarda, deli şöförler, tehlikeli kavşaklar ve çılgın kornalar yok. Bulutların arasında, üstünde ya da altında, rüzgarlarla beraber yol alıyor insan.
Aslında, en güzeli yürümek değil mi? Kendi gücünle, sadece kendine gereksinim duyarak, ayakların yere basarak, sağlam bir yolculuk! Ama yok, yaşadığımız çağ yürüyerek aşılmaz! Hem, insanlık boşuna mı bu kadar çabaladı, uzaklara, çok uzaklara, en kısa zamanda gidebilmek için? Aya, sevgili, bir tanecik uydumuza, ilk adımımızı atalı yıllar oldu. Daha nereye gideceğiz bakalım?
Kendimi uçak koltuğunda hayal ediyorum. "koltuklar dik, masalar kapalı, kemerler bağlı" diye sıralanan komut-cümleler duyduk. Bizden istenen her şeyi, uslu uslu yaptık. Cep telefonlarımızı da kapattık. İşte bu noktada birbirimize güvenmemiz gerekiyor. Herkes, zamanında kapatıyor mu acaba?
Sonra, kaptanımız konuşuyor. Uçağın boyutlarına göre, onlarca ya da yüzlerce kişi, bu adamın uzmanlığına inanıyoruz. Güzel sesli olanları mı eğitime alıyorlar, ya da okulda "Nasıl Güven Verici Konuşulur?" diye bir ders mi görüyorlar, bilmiyorum ama ben bu sesi duyunca rahatlıyorum.
Bir iki sene önce, çok sevdiğim bir kente yaklaşırken, kaptan şöyle dedi: "Emekli oluyorum. Bu benim son uçuşum. Sizi, biraz gezdireyim." Herhalde kuleden izin almıştı. Bu arada, onları anmadan geçmek istemem. Teşekkürü hak eden bu insanlar, dikkatli olmasalar, kaptan tek başına ne yapabilir? Takım işi önemlidir, bunu hepimiz biliriz. Neyse o güne dönersek, gerçekten de çok keyifli bir veda törenine katılmış olduk. Tepeden, doya doya, o kenti izledik.
Geçenlerde, başka bir kaptanı, anılarıma kattım. İstanbuldan kalktık, İzmire doğru kanat çırpacağız. Miktofon açıldı. Kaptanımız, neşeli bir sesle hitap etti bize: "Güzel ülkemin, güzel insanları! Uçağımıza hoşgeldiniz!" Beni tanıdınız artık. İlk düşüncem şu oldu: "Ya adam sarhoşsa?!" Yersiz bir endişe olduğunu hemen anladım. Bütün uçak anladık. Sadece karşımızda, şair ruhlu bir adam vardı. İstanbulu anlattı. İzmirden söz etti. Bir kenti ardında bırakma duygusunu tanımladı. Hangi dağları aştığımızı, nasıl bir yol izlediğimizi betimledi. Çanakkalenin üzerinden geçerken, şehitlerimizi andı. Pek çok düğme ve göstergenin arasında, o ciddi odanın ve saygın üniformanın içinde, duygularını paylaşmak isteyen bir adam otururmuş meğer.