1789 Fransız Devrimi ile başlayıp, Sanayi Devrimi ile devam eden süreç içerisinde, toplumların düşünsel anlamda ne kadar çabuk değiştiklerini gözlemlemek mümkün.
1789 Fransız Devrimi ile başlayıp, Sanayi Devrimi ile devam eden süreç içerisinde, toplumların düşünsel anlamda ne kadar çabuk değiştiklerini gözlemlemek mümkün. Bir yanda milliyetçiliğin, öte yanda, özgürlük, kardeşlik ve eşitlik gibi kavramların öne çıkması; toplumun teknolojik gelişmelere koşut, sermaye sahibi ve emekçi gibi, daha önce tanımlanmamış sosyal gruplara bölünmesi; komünizmin toplumsal bir akım olarak doğması, sömürgecilik, imparatorlukların temelleri üzerinde sallanmaya başlaması ve diktatörlüklerin oluşması; faşizm ve bundan doğan, kendinden olmayanı yok sayma veya yok etme eğilimi, ırkçılık; sosyal düzenin zaafından yararlanarak bir yaşam şekli olarak tarihteki yerini alan anarşi, savaşlar ve savaşların külleri üzerine kurulan siyasi yapılar
Ve daha sonrası
Yüzyılların el değiştiği dönemde bu olguların hemen hemen tümünün tarih sahnesinden, geldikleri hızla, gökte kayan yıldızlar misali yitip gitmeleri. Dünya devamlı ve hızlı bir değişim içinde. Bu hız, kendisine ayak uyduramayan toplumları ve bireyleri önüne katıp sürüklüyor, eziyor, un ufak ediyor. Değişimin dinamiğini algılamak, bireysel ve toplumsal gereksinimlere cevap vermek, başarılı olmanın, hayatta kalmanın günümüzdeki anahtarı
Bu anlamda, toplumların son on yıldır kendi içlerine dönük, hiç olmadıkları kadar sübjektif olmaları, birbirlerine giderek yabancılaşmaları, sosyal farklılıkların ayırt edici özelliklerinin öne çıkması, belki de, hep bu yüzdendir. Mevsim değişikliklerinin insanları hasta etmesi gibi, böylesi hızlı sosyal düşünsel değişimler toplumların kimyasını bozuyor.
Bu durumun, bireyleri sıkıntıya soktuğu, var oluşları hakkında kafalarında belirsizliklere neden olduğu bir gerçek. Aynı ortak paydada buluşan toplumlar içinde bile, bireyler arası ilişkiler bundan etkileniyor. İnsanlar kendi gibi düşünmeyenlere, kendi gibi davranmayanlara hoşgörüsüz yaklaşıyor, bireyler arası ilişkiler mekanikleşiyor. Mekanikleşen ilişkilerde sevgi saygı güven unsurlarına rastlamak ise mümkün olmuyor.
Birkaç gündür Milliyet gazetesi, Boğaziçi Üniversitesi ile Açık Toplum Enstitüsünün yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını yayınlıyor. Bunlar, Türk toplumunun sosyal ortalaması hakkında ilginç ipuçları veriyor: Toplumda kadının yeri; sosyal yaşantıda ve buna bağlı olarak siyasette dinin belirleyici etkisi; insanlar arası ilişkilerde, örneğin arkadaş ve eş seçiminde, din faktörü; bireysel haklar, gelenekleri algılayış, medeniyetler arası ilişkilere bakış gibi konularda bir fikir veriyor.
Araştırmayı yapan Doç. Hakan Yılmazın sonuçları değerlendirmesi şöyle: " Türkiyedeki muhafazakârlığın orta yerinde devleti ve onu sarmalayan bir ideoloji olarak seküler veya dinsel milliyetçilikleri bulacağımızı sanıyorduk. Oysa derine indikçe, görüntülerin ötesine geçtikçe, ailenin, din, devlet ve millet gibi rakip kurumlara fark atarak, korunması en çok istenen kurum olarak belirlendiğine şahit olduk
" (18.03 tarihli Milliyet Gazetesi)
Hızla değişen dünyada, bireyin, en küçük sosyal kurum olarak aileyi odak noktasına oturtması, onu koruma altına alma eğilimine girmesi çok ta şaşırtıcı değil. Aile, insanlar arası toleransın azalmasına paralel, bireyin "sevgi saygı güven" üçlüsüne olan gereksinimine yanıt bulacağı bir kurum haline geliyor.
Böyle bir araştırmanın cemaatimizdeki sonuçları ne olurdu? Bizler, cemaat olarak bu değişimlerden nasıl etkilenmişiz? Buna nasıl bir tepki yaratmışız, nasıl modeller geliştirmişiz? Bunları bilmek ve tartışmak, kuşkusuz çok ilginç olurdu