Bir yaşlı adam gördüm.
Dimdik ayakta, mağrur ama tarifsiz hüznünü yüreğine atmış delikanlı bir yaşlı adam gördüm.
Doğanın olağan gidişatına aykırı olarak, oğlu için
kadiş duası okuyan bir yaşlı adam. Bana sakın acımayın dercesine duanın her sözcüğünü, Tanrıya olan inancını yaşadığı büyük acıya rağmen hiç kaybetmemişcesine bastıra bastıra söyleyen bir yaşlı baba gördüm geçen hafta Ağustos ayının yirmialtısında Ulus Mezarlığında.
Ağlamak istedim, ağlayamadım
Ve, Onun yanında masmavi gözleri kan çanağına dönüşmüş, "canım oğlum nasıl yaparlar bunu, seni çok özlüyorum" gibi olasılıkla her gün tekrarladığı sözcükleri mırıldanan anneyi gördüm. Eşinin tersine, tek dayanağı soğuk mermer duvara yaslanan bir anneyi gördüm aynı gün, aynı yerde
İki yıl önce kaybetmişlerdi, geride kalan tek oğulları,
Yasef Yahyayı. Birinci oğulları Mordoyu da yirmi küsür yıl önce. Birini trafik terörü, diğerini de bildiğimiz terör almıştı yanı başlarından
Savaşta yaralanan ve öleceğini hisseden asker, neden sadece "anne, anne, neredesin?" diye bağırır ki?
İşte anne budur. İşte kendi vücudunda hayat verdiği yavrularıyla olan benzersiz ilişkidir, anne-oğul sevgisini özel kılan.
Ve bir anne düşünün ki, bir sabah uyandığında son oğlu da yitip gitsin bu dünyadan.
Yasefi bir sabah işyerinde yokedilmişti, özcümle.
Nedeni son derece "basitti".
Çünkü o bir Yahudiydi.
"Yalnızlık ömür boyu" dercesine soğuk mermer duvarı tek dayanağıydı.
Tek de bir umudu vardı. Yasefinin henüz ne olduğunu anlamayan iki küçük çocuğu. Ama onlar da artık çok uzaktaydılar. Torunlarının "Yahya" olarak kalmaları, yegâne isteğiydi.
Kader utansındı
Ağlamak istedim yine ama yine başaramadım
Ağustosun yirmi altısında Ulus Mezarlığında gözlemlediğim, delikanlı bir anne-baba değildi sadece.
Acıyı paylaşması gereken bizler nerelerdeydik?
Bir genç insanımız salt ortak olduğumuz kimlikten dolayı yok ediliyorsa, ortaklar nerelerdeydi? Nedir bu ilgisizlik, duyarsızlık? Nedir bu ateş düştüğü yeri yakar mantığının en sefil gösterisini sunmak?
Biliyoruz, çoğumuzun hep önemli işleri vardır, böyle zamanlarda.
Antoine de Sainte-Exuperynin muhteşem
Küçük Prensinin dediği gibi büyük adamlar ciddi insanlardır. Hep mühim işlerle uğraşırlar. Ya para sayarlar, ya da iktidarlarını nasıl pekiştireceklerini düşünürler, yani hep ciddi meselelerle meşguldürler".
Bizim için de geçerli bu teşhis. Lakin, aynı ciddi işlerle uğraşan bizler, ne zaman bir
resepsiyon olsa, ne zaman
plaketlerin havalarda uçuştuğu geceler olsa, ne zaman vur patlasın, çal oynasınlı
dolunay geceleri olsa, mühim işlere ara veririz. Ama Yahyanın anma gününe gelmeyiz, gelemeyiz. Zira
biz, mühim işlerle uğraşan büyük insanlarız.
Toplumdaki yeni oluşumları, ihtiyaçları algılayamayan, değişim isteklerine karşı sözde duyarlılık gösterip
kendilerine korku duvarları örenler de gelemediler Yahyayı anmaya. Muhtemelen onların da önemli mazeretleri vardı.
Velhasıl üçbuçuk
sağlam kişi, oğluna kadiş duası okuyan baba ile mermere dayanarak ayakta durmaya çalışan anneye destek için oradaydı. Gelenler mühim insanlar değildiler olasılıkla.
Ama üçbuçuk kişi de yeter bazen.
Kuru kalabalıklar mühim insanların olsun
Yaz bitmek üzere. Martılar terk-i diyar ediyorlar buralardan. Ağustos böcekleri de sessizliğe büründüler. Hüzünlü hilâl gökte asılı durup, yaz dolunaylarına elveda diyor.
Yani, önümüz kış.
Anne Yahya, Yasefsiz uyanacak her sabah yine ve yeniden bu kış.Hatırlatması bizden olsun