1944ün Eylül ayı. Auschwitze bu kez de Macaristandan trenler dolusu yahudi getirilir. SS Subayı,ölüm-kalım secimine başlar, onbinlercesine daha önce yaptığı gibi. Sol taraf gaz odalarını, sağ taraf yaşama devamı belirtir. Tanrının mucize sonucu hayat verdiği insanın, ölümle yaşam arasında alçak bir Nazinin keyfi kararına bağlı kalması belki de varoluşun en büyük trajedisidir. Kahramanımız, 15 yaşında bir gençtir. Bir Macar yahudisidir. İlginç olan ve de başka bir deyimle yine trajik olan, yahudiliğin ne olduğunu bile bilmeden, salt yahudi aileden geldiği için oralara düşmüş bir çocuk olmasıdır. Macar genç, ölüm yaşam kuyruğunda anlamsız gözlerle olan biteni anlamaya çalısırken birden, muhtemelen güçlü fiziğinin ona ve kendisine yarayacağına inanan Kapolardan birinin, yaşın 16 olsun tüyosu ile sefil bir el hareketiyle ölüme gidecekken hayatını mucizevi bir şekilde tekrar kazanır
İmre Kertesz
2002de, tarihin barbar keyfiliği karşısında bireyin kırılgan deneyimini yansıtmayı başardığı için Nobel Edebiyat Ödülünü alan Kertesz, işte böyle kurtulmuştu gazlanmaktan.
Ödülüne temel teşkil eden, Auschwitz ve Buchenwald konsantrasyon kamplarında yaşadıklarını anlattığı otobiyografik
Kadersizlik romanı bu kez filme çekilince Avrupada tekrar gündeme gelen bu ayrıksı Holokost edebiyatçısı farklı şeyler söylüyor insanlığa
Herşeyden önce klasik bir Holokost edebiyatçısı değil Kertesz. Auschwitzi ve Holokostu, salt Almanlarla Yahudiler arasındaki bir sorunsaldan öte, iki bin yıllık Avrupa kültürünün iflas noktası olarak algılıyor. Tanrı insanı yarattı, insan da Auschwitzi yarattı. Auschwitz mümkündü çünkü onu mümkün kılan bizlerdik. Kertesz, insanın insana yapabildiği büyük kötülüğe tanık olmasına rağmen güçlü fiziği ve karakteri sayesinde ayakta kalmayı başarır. Kertesz, yapılan ve yaşanan büyük zulüme ve benzersiz katliamlara rağmen olanları anlaşılır bulan bir Holokost kurtulanıdır.
Karamsarlıkta, bildik duygusal yaklaşımlardan çok daha ileri giden bir bakış açısı vardır. Ona göre,
mutlak kötülük ve şeytanilik bir hata veya bir kaza değil, bilakis kaçınılmaz ve sürekli var olan bir güçtür. Bir anlamda, Schopenhauer ve Nietszcheyi olumlayan bir kötümserlik yaklaşımıdır. Ve bu noktadan hareketle herkesi şaşırtmaya devam eder: Hayatımın en mutlu anlarını belki de kampta geçirdim. Siz hiç kamp hastanesine yatırılmaya izin verilmesinin yarattığı mutluluğu bilebilir misiniz? Veya ölümcül çalışma ortamında on dakika bir mola verildiğinde vücudunuzdan önce beyninizin bayramını algılayabilir misiniz? Ve sonuncusu: Ölüme giderken hala yaşıyor olmanız en büyük özgürlük değil mi?
Kerteszin, sıkıntılı anlarda bile insan, özgürlüğünün tadını çıkarmalı yaklaşımı tartışılır tabii zira, O yaşarken onbinlerce dindaşı, çoluk çocuk ölüme gitmişti. Üstelik onun gibi kamplardan kurtulan edebiyatçı arkadaşları, Bruno Bettelheim, Jean Amery, Paul Celan ve Primo Levi, Auschwitzin ağırlığına dayanamayıp daha sonraki yıllarda bir bir intihar edeceklerdi. Kendisi, intihar edememesini paradoksal olarak, ülkesinde gördüğü faşizm benzeri komünizme bağlıyor. Savaş sonrası Macaristandaki rejimde gördüğü uygulamalar sayesinde uyanık kaldığını söylüyor. Ama özgür Avrupada yaşasaydım Holokostun ağırlığını kaldırabilir miydim, bilemiyorum diyor
Yahudi kökenlerini hiçbir zaman dinsellikle pekiştirmeyen İmre Kertesz, Auschwitzden sonra Yahudi olmanın, bir dine veya bir cemaate ait olmanın ötesinde, sadece ve sadece ahlaki bir ödev unsuru olduğunu iddia ediyor.
Kertesz, seksen yaşında ve halen Berlinde yaşıyor. Hiç çocuk sahibi olmamış. Zira, Auschwitzde çocuklara yapılanları gördükten sonra baba olmayı reddettim diyor.
Kimbilir, belki de, bu nedenle mi,
Doğmayacak çocuk için Kadiş eserini yazmış yıllar sonra?...