İki bin altı yazı, masumiyetin savaşa karşı yenildiği, post modern Yahudi karşıtlığının prim yaptığı, solun salt emperyalizme karşı çıkma adına mantığını yitirdiği, sağduyunun mumla arandığı `karanlık` bir anı olarak kalacak belleğimde. Umut, sonbahar yağmurlarında.
Yaz bitti bitecek, Eylül çoktan geldi bile.
Doğanın tedirgin edici suküneti, göklerin martılardan arınmış parçalı beyaz bulutlu silik mavisi berbat bir iki bin altı yazına el sallıyor.
Renksiz, sıcak ve yapışkan İstanbul yazını bir kez daha sevememenin ağırlı içinde umudumuzu her daim olduğu gibi sonbahara erteliyoruz.
Lakin, önümüz pek de parlak değil, yaşadığımız hüzünlü karanlık yaz günlerinde olduğu gibi.
Lübnanda yitip gidip masumiyet iki bin altı yazını mahvetmeye yetti de arttı bile. Güneydoğuda hergün artan şehitlerimizin trajedisi bir başka öldürücü darbeydi sevemediğimiz yazın.
Lakin, şehitlerini sessiz, sitemsiz karşılayan kamuoyu, Lübnandaki savaşı anlaşılır/anlaşılmaz nedenlerle giderek öfkeye dönüşen büyük ilgiyle izliyordu. Nedendi acaba?
İsrailin vurduğu sivilleri saat başı ekranlara hiç bir etik kurala uymadan gösteren medya bu masum sivillerin öldürüldüğü yerde İsraile füze atan gerilla fotoğraflarını neden göster(e)miyordu acaba? Hangi savaşta füze rampaları sivillerin evlerinin çatılarında konuşlanmıştı?..
Ya, küçücük İsrailli kızların, İsrail füzelerinin üzerine sevgilerimle yazıp fotoğraf çektirmelerine ne demeliydik? Masumiyet bir kere gitmeye görsündü!..
Sonra da savaşı kim kazandı, kim kaybetti? denli sığ bir tatmin olma ihtiyacına ne denmeliydi? Savaşın galibi olur muydu? Savaşı başlatan gerilla başının son tahlildeki, bilseydim bu işe girmezdim denli tarihi itirafından sonra herkes sus pus olmalıydı ve yazdıklarını, söylediklerini yutmalıydı, değil mi? Yok, hayır beyinlerinin karanlık hücrelerine esir olmuşlardı bir kere.
Ya Yahudi karşıtlığına da ne oluyordu? Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, basında bu kadar yaygın olduğunu hatırlayan var mıydı? Ne zaman; üstelik liberal bir gazetenin sözde solcu yazarı, ey Yahudiler, Lübnanda olanları telin etmezseniz, yataklarınızdan çıkamayacaksınız, haberiniz ola mealinde bir ikazda bulunmuştu? Ve ne zamandan beri sol, faşizan eğilimler taşıyordu?
Sol, salt antiemparyalizm adına ABD düşmanlığını içselleştirerek mantığı ıskalamak mı zorunda?
ABDnin yaptığı korkunç yanlışları eleştirmek için bayrak yakma seviyesinde eylemler mi yapmak gerek? Küfür ve nefret uyandıracak sözlerle dolu upuzun yazılar mı gerekli? Doğru dürüst bir ABD eleştirisini okumak görmek haram mı bize?
İranın müthiş tehlikeli nükleer heveslerinden hiç bahsetme, ama yaşını başını almış bir hanım edebiyatçı çıksın, desin ki, BMnin İsraili haklı çıkaracak her türlü girişimine karşı çağrıda bulunuyorum. Yani, İsrailin haklı olmaya bile hakkı yok!..
Anlayacağınız , ikibin altı yazı, sol cenahtaki vizyon fukaralığını iyice gözler önüne seriyordu.
Ve bu patırtı arasında, Duygu Asena gibi gerçek bir devrimci insanı yitiriyorduk. Sözde solcuların ondan dinleyecek o kadar cesaret hikayesi vardı ki...
Kadını ikinci sınıf insan yapıp, eve ve sosyal, ekonomik hayata kapatan zihniyetin geliştiği bir ortamda Türkiyede kadının varlığını, cinselliğinden toplumsal katkılarına kadar ortaya çıkaran simge bir devrimci kadını yitiriyorduk.. Karanlık yaz demiştik ya..
Klasik deyimle, nehir yatağında akacaktır en nihayetinde.. Yatağı yeniden şekillendirmek isteyenlerle çağdaşlık istikametinde gidenlerin mücadelesi bekliyor ülkemi yakın gelecekte.
İşte bu yüzden, Türkiyenin aklı başında, komplekslerden, önyargılardan, sloganlaşmış beyinlerden arınmış gerçek bir sola ihtiyacı vardı herhalde.
Öyle bir solu özlüyorum, Bob Dylanın geri geldiği ve karanlık yazın tek güzelliği olan son albümü, Modern Zamanlarda söylediği gibi insanı heyecanlandıran:
Oyunun sonunda, ufkun ötesinde
Attığın her adımı, ben de atıyorum...
Hele bir sonbahar gelsin..
Yağmurlar yağsın. Temizlensin bir nebze kirli toprak.
Umut yegane oksijenimiz olmasın artık!..