Seçim mitinglerinde kalabalıklar arasında kadınları arayınız ki bulasınız. Erkek egemen sosyal dokunun kimyası değişemiyor bir türlü. Ya Cumhurbaşkanı`nın yuhalanmasına ne dersiniz? Peki ya sosyal demokrat partinin AB ve ABD karşıtı söylemine ne demeli? Biz, en iyisi Hamasistan`dan bahsedelim...
Hayatımda ilk kez yaz sıcaklarında genel seçim görüyorum. Normal olarak sonbaharda yapılacak seçimin neden çöl sıcaklarının tam ortasında yapıldığını bilen varsa bana izah etsin lütfen.
Seçim mitingleri ise artık partilerin yandaş televizyon kanallarından naklen evlerimize giriyor. Ve bu noktada ilginç izlenimler tarihe not düşüyor. Örneğin doğu mitinglerinde neredeyse kadın izleyici hiç yok. Erkek egemen sosyal dokunun kimyası hala değişemedi oralarda. Belki de o yüzden midir, Cumhurbaşkanlığına aday gösterilen Abdullah Gül, partisinin son mitinginde erkekliğin ispatlanacağı dönemler vardır diyerek siyasette kendine göre doğru tutumu erkeklikle özdeşleştirdi? Bakalım kadın seçmenlerden ne cevap gelecek...
Bir başka önemli not. İlk kez, ülkenin Cumhurbaşkanının yani ülkenin en tepedeki siyaset dışı temsilcisinin meydanlarda yuhalandığını görüyorum. Yuhalayanları anlıyorum da, buna yol açan söylemlerin çok mu gerekli olduğunu soramadan edemiyorum. Devletin birleştirici, bütünleştirici noktasını temsil eden makamdaki şahsiyete karşı daha dikkatli bir söylem tutturulsa ne kaybedilirdi ki? Yoksa rövanşist duygular her daim aklımızı mı çeliyor? Hani, cevap verilecek en doğru yer seçim sandığıydı?...
Ve son olarak, bir sosyal demokrat partinin mitinglerdeki AB ve ABD karşıtlığını anlamanın mümkün olmadığını söylemeliyim. Emin olsunlar bu tavır ne Atatürkün vasiyeti ile ne de ülkenin nihai hedefleri ile örtüşüyor. Atatürkün, Batıya rağmen Batı söyleminin ne anlama geldiğini hatırlatmakta fayda var. Ama, ah o popülist politikalar!
Halkın önünde gidileceğine peşinden giden siyasetler nerede başarılı olmuştur?
Özcümle, Türkiye bence hâlâ liderini arıyor...
***
Yıl 1994. Gazeteci olarak dönemin Başbakanı Tansu Çillerin tarihi İsrail ziyaretinde, Ufuk Güldemir, Cengiz Çandar, Sami Kohen, Sedat Ergin gibi yazarlarla beraber ben de oradayım. İzak Rabinin görkemli ev sahipliği yaptığı ziyaret aynı zamanda bölgede nispi bir barış havasının olduğu döneme geliyor. Ve biz de bu havadan faydalanıp şimdilerde Hamasistan bölgesi diye ad takılan Gazze şehrine geçiş yapıyoruz İsrailin Gazze sınırındaki Eretz kontrol noktasından.
Yollara bakıyorum. Çocukların tamamı ayakkabısız, çıplak ayaklarla sokaktalar. Sefaletin her türlü göstergesi otobüsümün camından gözlerime giriyor. Bina diye bir şey yok neredeyse. Baraka evler, gecekondular ve silah resimleriyle donatılmış duvarlar ve el sallayan umutsuz insanlar. O noktada, Buraya barış nasıl gelir yahu? demeden alıkoyamıyorum kendimi. Sonra Gazze deniz sahiline çıkıyoruz; Yaser Arafatın karargâhının önünde duruyoruz. Denizin Tel Aviv denizinden farkı yok. Ama sahil bile hüzün dolu. Kumun rengi kurşuni nedense!
Ve 13 yıl sonra gelinen noktaya bakınız. O topraklara, barış geleceğine, o toprak insanına refah uğrayacağına, o çocuklara okul, iş, fabrika, hastane ve güleryüzlü bir gökyüzü geleceğine, neler gelmiş!...
İsrail, daha doğrusu Ariel Şaron tek taraflı olarak Gazzeden çekildiğinde, hiç çekilmemekten daha iyidir derken nasıl da yanılmışız...
Şimdi yapılacak en büyük yanlış, o 1,5 milyon umutsuz insanı Hamasın kucağında aç- susuz ve oksijensiz bırakmak olmayacak mı? Kapana kıstırılmışlık insanı ne hale getirir, bilmez misiniz? Batı Şeriada oluşan Fetihistan ile işbirliği ve maddi, manevi destek ümit verici barış adına, gelecek adına ama Gazzeyi köşeye sıkıştırırsanız her türlü felâkete hazır olun beyler, bayanlar!...
Umut her ne kadar feylezofun dediği gibi kötülüklerin anası ise, umutsuzluk daha büyük felâketlerin habercisi değil mi?...