`Demokrasi`, `ifade özgürlüğü`, `insan hakları` gibi kutsal sözcükleri kalemlerinden düşürmeyenler bugün, onlarca şehit karşısında ulusal refleks gösteren kalabalıklara burun kıvırıyorlar. Bir başka kesim de altı ay önc laiklik hassasiyeti mitinglerine karşı aynı tavrı almıştı. Yani anlayacağınız kimine göre, demokrasi sadece kendisine ait, `öteki`ne değil.
1 Mart 2003 Tezkeresi Mecliste reddedildiğinde dostlarım şahittir, müthiş bir endişeye kapılmıştım. ABDnin Iraka müdahalesinin yarattığı karmaşık ve kontrol edilemez şartların aleyhimize gelişeceği gün gibi aşikârdı. İşte bu nedenle hükümet tarafından hazırlanan tezkere Türk Silahlı Kuvvetlerinin, gerekli bulunduğu takdirde Kuzey Iraka gönderilmesine izin veriyordu. Tezkere aynı zamanda ABDnin hava unsurlarının Türkiye hava sahasını kullanmasına da olanak veriyordu.
Lakin, iktidar partisinin kimi milletvekilleri ile muhalefetin tamamının oylarıyla tezkere reddedilmişti. Yani, ne Türk Ordusu K. Iraka girebilecekti ne de ABD uçakları bizim semaları kullanabilecekti. Hatırlardadır, tezkerenin reddi kamuoyunun çoğunluğu tarafından memnuniyetle karşılanmış, işgalci ABDye yardım etmeme adına bizim askerlerin de topraklarımız aleyhine herhangi bir gelişmeyi durdurabilecek K. Irak müdahalesine izin verilmemişti.
Ve bugün gelinen noktaya bakınız. O tezkere kabul görseydi K. Irak bu kadar kolay sıçrama tahtası haline gelebilir miydi? Bu kadar kolay, onlarca evimizde ocaklar sönebilir miydi?
Türk solu ve muhafazakâr sağı belki de ilk kez ulusal bir tavırda ortak olmuşlardı. Sığ bir Amerikan düşmanlığının nelere malolduğunu bugün hep beraber görüyoruz, sonuç olarak. Ve sıkılmadan, kimi naif demokratlar, kimi sözde solcular ve tabii ki kimi muhafazakâr sağın gazete köşeleri, bugün 1 Mart tezkeresinin reddi o gün için doğruydu diyebiliyorlar. Yanıldıklarını itiraf etmeleri beklenmiyor ama yanlışın üstüne yeni yanlışlar bina etmesinler bari.
Ve, o gün tezkerenin reddine sevinenlerin bir kısmının bugün savaş tam tamları atmaktan gayrı bir vizyonları yok. O gün savaşa girilmeden atılacak adımlar, yapılacak müdaheleler bugün bizin güvenliğimizi sağlayacaktı; ama şimdi tek yol savaş diye bağırıyorlar. Bu ne yaman çelişkidir öyle?
Bir başka tezkere hayırcıları onlarca şehite rağmen, aman ha, barışı terketmeyelim diyor. Çözümleri var mı? Seyirciyi oynama lüksümüz var mı?
Ne savaş çığlıkları atanları ne de barış naifliğinde olanları dinleyelim.
Eğer bugünün liderlerinde gelecek vizyonu adına tereddüt varsa ve eğer bizi doğrulara götürecek devlet politikalarına ihtiyacımız varsa yine ve yeniden Atatürke danışmak gerek:
Prof. Sadi Irmakın tanıklığına göre, Atatürk kendisini Napolyona benzeten bir konuğuna şöyle diyor: O bir zalim ve günahkârdır. Zafer işareti için kan dökülmez. Harp, ancak bir milletin varlığı için yapılırsa meşru olur...
* * *
Naif demokratlarımız nedense hassasiyet içinde olan halkın protesto mitinglerine burun kıvırıyorlar. Hani, çağdaşlığın, demokrasinin en önemli vasfı hür ifadeydi?
Hatırlardadır, altı ay önce bu kez laiklik hassasiyetinde olan kalabalıkların mitinglerine de laf etmişlerdi aynı çevreler kimi muhafazakâr çevrelerle birlikte...
Yani anlayacağınız çifte standart bizim iliklerimize iyice işlemiş vaziyette. Demokrasi, ifade ve düşünce özgürlüğü, insan hakları, vs. sadece bana aittir, ötekine değil! Öteki miting yaparsa ya birilerinin oyununa, yönlendirmesine gelmiştir ya da çizmeyi aşmıştır!
Türkiyede muhafazakârlar ile kimi solcular, liberaller arasındaki birliktelik ilginç boyutlarda dolaşıyor! Ama ikincilere halen gösterimde olan Persepolis filmini kuvvetle öneriyorum.
Bir diktatörlüğün yıkılması yolunda muhafazakârlarla beraber yürüyenlere süreç sonunda neler olmuş acaba?
* * *
Son sözü yine büyük Atatürk ve onun akılcılığına bırakıyorum:
Falih Rıfkı Atayın aktardığına göre bir Amerikalı gazeteci Atatürke, işlerinizde nasıl muvaffak oluyorsunuz? diye sorar.
Atatürk şu cevabı verir:
Ben, bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işi başarmama neler engel olabilir diye düşünürüm. Engeller ortadan kalktıktan sonra iş kendiğilinden olur...