Tüm spor dalları, içlerinde amatör anlamda heyecan, şevk, inanç, başarıya açlık barındırır. Ancak spor da diğer yaşam alanları gibi para eksenli bir endüstrileşme etkisinin altında bugün. Bu nedenle günümüzde, pazarlama, markalaşma, kar amacı gibi kavramlar amatör duyguların çok ötesinde seyrediyor.
“Para, para, para, para, para... Bunları duymaktan sıkıldım.” diyor dünyaca ünlü basketbolcu Shaquille O’Neal (Hani Ahmet Çakar’ın “o da oyuncu mu” dediği Shaq) ve ekliyor “Sadece oyunumu oynamak istiyorum, Pepsi içmek istiyorum ve Reebok giymek istiyorum.”
Shaq’ın sözleri pazar ekonomisinin, sporu nasıl güdümüne soktuğunun en güzel göstergesi. Spor aracılığıyla kişinin en ilkel duygularına ulaşmak ve ambalajlanmış kahramanlar aracılığıyla o duygularla belirli markaları eşleştirmek 2000’lerin tüm spor dalları için neredeyse birincil amaç haline geldi, getirildi. Bir golf izleyicisi olarak kendinizi Tiger Woods ile özdeşleştiriyorsunuz ama bu hayran-kahraman ilişkisinde Nike’ın varlığı da yadsınamayacak kadar baskın. Sokakta futbol oynayan çocuk topun peşinde kendine “Beckham vuruyooooor ve gooool” şeklinde vokal yaparak koşturuyor, kahramanını televizyonda izledikten sonra ilk arzusu Adidas’ın Beckham için ürettiği ayakkabılara ulaşmak oluyor. Üst düzey spor organizasyonlarında boy gösteren futbolcular, basketbolcular, tenisçiler, vs. pazar ekonomisinin elçileri haline gelmiş durumdalar. Bunu Ronaldinho, Sharapova, Jordan gibi global boyutta yapabilenler var, yapamayanlar ise lokal bazda gerçekleştiriyorlar olayı.
Son olarak Thierry Henry’nin Arsenal’i terk edip Katalunya yöresinin yolunu tutmasıyla artık kimse oyuncuların oynadıkları takımların sembol isimlerinden biri olmak istediklerini deklare ettikleri konuşmalara inanmayacaktır. 2000’lerin sporcusu başarıyı taraftarın duygularına ortak olmak için değil, hiyerarşi içerisindeki yerini iyileştirmek için istiyor.
Bizim coğrafyaya baktığımız zaman bu tarz bir duygu erozyonunun en fazla basketbolda yaşandığını görüyoruz. Eski basketbolcular için Fenerliydi, Galatasaraylıydı diyebiliyorken, bugünün basketbolcusunu belirli renklerle sınırlamak mümkün değil. Futbolda ise çok “şükür” ki Hakan Şükür hala sahalarda. Hakan futbolumuzun en büyük sembollerinden. Ama aynı zamanda bugüne baktığımızda bir takımla tam anlamıyla özdeşleştirebileceğimiz hemen hemen tek isim. Özellikle Rüştü de Beşiktaş’ın yolunu tuttuktan sonra... Yani futbolda da duygular yerini mantığa bırakıyor (Kadın dergisi başlığı gibi oldu ama...) sanırız. Bu gerçeği genç oyuncularımız üzerinden daha net görebiliriz. Örnek vermek gerekirse, bir zamanlar Fenerbahçelilerin en büyük sembol adayı olan Tuncay kendi ağzıyla bir “proje” olduğunu ifade ediyor, şu an İngiltere’de hiyerarşinin üstlerine yükselme çabası içerisinde. Galatasaraylıların bu aralar başları üstünde taşıdıkları Arda da çok yakında o yola girecek gibi gözüküyor.
Spor oyunlarının önümüzdeki 20 senelik süreçte pazar ekonomisiyle daha da bütünleşmeleri ve pazarlama üzerine kurulu sanal alanlar haline gelmeleri muhtemel. Önlerinde dijital ekran, sırtlarında marka formalarla, ısıtmalı deri koltuklarda maç izlemekten hoşnut olanlar, Shaq’ın basketbolcu olmanın yanısıra bir film yıldızı oluşunu bir renk olarak kabul edenler de var mutlaka. Ancak her şeyin üzerinden döndüğü esas ürün düşünüldüğünde kuşkulu olanların haksız olmadıkları söylenebilir. Endüstriye hizmet etme heyecanı, amatör heyecanların sonunu getirirse esas ürünün, oyunun da sonu gelmiş demektir. Pierre de Coubertin madalyası sahibi, rekortmen atlet Emil Zatopek’in sözleriyle bitirelim:
“Bir atlet cebinde paralarla koşamaz. Kalbinde umutla ve beyninde hayallerle koşmalı.”