Şevket Rado, uzun yıllar önce okuduğum bir denemesinde, bir Fransız yazardan söz ediyordu. Bu yazar, bir Amerikalı ile olan farklılıklarını şöyle açıklıyor:
-Bir Amerikalı güzel bir araba gördüğü zaman, benzerini çalışarak nasıl elde edeceğini; oysa bir Fransız, bu arabayı kullananın elinden nasıl alacağını düşünür.
Aslında bu tür bir yaklaşımı, her toplumda görebiliriz. Bilim ve teknolojide ne denli gelişme göstersek de, sınırsız tutkularıyla insan, her yerde aynı insandır!
Bunu göz önüne aldıktan sonra, böyle bir eylemi, hadi eylemi bir yana bırakalım, bu tür bir düşünceyi nasıl nitelendirmeli?
En açık şekliyle, kıskançlık! Gözü bir başkasının malında, mülkünde, makam ya da konumunda olan biri için bu duygu, ister eyleme dönüşsün, isterse bir düşünce olarak kalsın, başka türlü nitelendirilemez.
Bir piyangodan çıkmamış ya da miras yoluyla elde edilmemişse, çalışmadan, üretmeden kısa bir zamanda kimi değerlere sahip olanlara, pek olumlu bir gözle bakılmıyor. Olumsuz bir şey bulamasak da, her zaman bu servetin edinilmesinde kirli bir iz, haksız bir eylem ya da erdemli olmayan bir yaklaşım ararız. Kuşku yok ki, yıllar boyu sağlanmış bir birikimin, hiç çalışmadan da doğal olarak bir getirisi olacaktır; ama alın teri dökmeden bir değeri elde etmemiz olağan değildir.
Hırsın, aşırı bir tutkunun, insanı ne tür bir yola sürükleyebileceğini kestirmek olanaksız. Hele bunların üstüne bir de kıskançlık duygusu eklenmişse... O insan, artık hedefine ulaşmak için çevresine karşı kör de olur, sağır da, dilsiz de... Tutkularını doyurmak için başkalarının omzuna basarak, ezip geçmeye de çalışır.
Bilinen öyküdür:
Padişah vezirine sormuş: “Dile benden ne dilersen; yalnız sen ne istersen iki katını da öbür vezirime vereceğim.”
Vezir istemesine isteyecek, ama iki katını da öbürüne verecek ya... Kıskançlık, bir burgu gibi yüreğini deliyor. Öyle bir şey dilemeli ki, kendi konumu ya da serveti diğerinden mutlaka üstün olsun. Bir süre düşündükten sonra, sonunda şöyle diyor:
-“Padişahım, benim bir gözümü oydurun!”
Kıskançlığın ne denli yıpratıcı, yıkıcı bir duygu olduğunu söylemeye gerek yok; oysa başkalarının yaşamlarına ya da kimi değerlerine özeniyor, imreniyor olmamız, daha doğal sayılabilir. Öyle ki, bizim onları elde etmek için daha çok çalışmamızda, daha yaratıcı olmamızda itici bir etken olduğu da söylenebilir.
Tersine, bu imrenme, bizi kemiren bir tutku halini alırsa, o zaman da buna olumlu yaklaşamayız. Nitekim Mevlana, başkalarına imrenmememizi, çok kimseler vardır ki bizim hayatımıza imrendiklerini söylüyor.
Kıskançlığın kişiye ve çevresine olan zararlarını biliyoruz; oysaki örnek alabileceğimiz insanlara imrenerek, hem maddesel hem de tinsel alanda kendimizi geliştirmemizin gerekli olduğunu düşünüyorum.