Yıldızı parlayan lig

Vedat LEVENT Köşe Yazısı
13 Şubat 2008 Çarşamba

Futbol ekonomisi konulu üniversite bitirme tezimi yazalı tam üç sene olmuş. Dile kolay… Pazartesi akşamı (Ne akşamdı ama… Şalom spor ekibi olarak takım oyununun en ince örnekleri sergilediğimiz muhteşem bir sürprizimiz var size… Mart ayında Şalomist’teyiz, sizleri de bekleriz…Tüm Şalomist ekibine buradan tekrar teşekkürler) acaba 3 senede neler değişmiş diye tezin sayfalarını açıp şöyle bir göz attım ve çok enteresan bazı anekdotlar yakaladım…

2005 yılında tüm dünyada yaklaşık 229 milyar Euro ki Fransa’nın bütçesinden de fazla bir rakam, futbola aktarılıyordu. Bugün bu rakamın 250 milyar Euro’ya dayandığı tahmin ediliyor.

2005 yılında Avrupa kulüplerinin toplam gelirleri 18 milyar Dolar’dı. Bu miktarın 11 milyar Dolar’ı İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya ligleri tarafından paylaşılıyordu. Sadece İngiltere Premier Ligi’nde 2003-2004 sezonunda 2.4 Milyar Dolar paranın döndüğü tahmin ediliyordu… Deloitte’un verilerine göre 2007 yılında sadece en zengin 20 Avrupa kulübünün geliri 3.5 Milyar Euro’yu geçiyor.

***

Kulüpler, piyasada daha çok gelir elde edebilmek için dünya markası olmaya çalışıyorlar. Bunun yolu da, dünya markası isimleri kadrolarına katıp ekip başarısından öte bu isimlerin rüzgarlarını sırtlarına alabilmekten geçiyor. Bunun en önemli aracı tabi ki para gücü.

Türkiye ligi, aslında 2000’li yılların başında bu rüzgara kapılmaya başladı. Galatasaray, dönemin en ünlü oyuncularından bazılarını, kaliteli Türk futbolcularıyla beraber aynı potada buluşturmayı ve bunlar arasında sinerji yaratmayı başardı. Bu sinerji somut başarılar getirdi ancak maalesef uzun sürmedi. Kulübün finansal gücü zayıfladı ve kurumsal yapıya henüz tam geçiş sağlanamadığı için başarılı kadronun devamı getirilemedi.

O dönem ezeli rakibi Galatasaray’ın epey gölgesinde kalan Fenerbahçe, Aziz Yıldırım başkanlığında Galatasaray’ın başarı anahtarını kullanmaya karar verdi. Daha önce her sezona popülist bir şekilde müthiş kadro değişiklikleriyle giren sarı kanaryalar hiç tarzı olmamasına rağmen başarılı oyuncularını kadrosunda tutmayı başardı ve yıldız takviyelerle takımını her sezon güçlendirdi.

Türkiye’ye çok kaliteli oyuncu geldi ancak dünya starı etiketiyle gelen ilk futbolcu Hagi’ydi. Onu sırasıyla kadro yenilenmesine geçen Fenerbahçe’nin Alex’i, 2006 yılında Anelka’sı ve daha sonra dünyanın en iyi sol beki sayılan Roberto Carlos’u izledi.

Carlos’un gelişi, Türkiye Ligi’nin yurtdışında daha çok takip edilmesine sebep oldu. Öyle ki Brezilya Milli Takımı Teknik Direktörü Dunga kendini, ülkemize gelip artık ünleri Süper Lig’i aşmış olan sayısız kaliteli vatandaşını izlemek zorunluluğunda hissetti.

Hatta öyle ki ilk geldiğinde bir türlü forma şansı verilmeyen Beşiktaş’ın genç ve başarılı Bobo’sunu çok beğenip dünyanın en kaliteli milli takımına davet etti. Şu artık bir gerçek ki Türkiye Süper Ligi’nde top koşturan genç Bobo, futbolcu olarak sınıf atladı.

Aynı Türkiye Ligi, senelerce Fransa Milli Takımı’nın formasına hasret kalmış Anelka’ya tekrar o formanın kapısını açtı. Yine aynı Türkiye Ligi, bugün dünyanın en ümit vadeden ve en büyük takımlarını peşinden koşturan Ribery’yi de gencecik yaşında biraz problemli de olsa dünya piyasasına kazandırdı.

Farkında olmasak da rüzgar yelkenimizi doldurmuş, teknemiz son sürat ilerliyor. Türk futbolu treni yakaladı, öyle ki referans alınan örnek bir lig oldu. Önümüzdeki seneleri düşündükçe heyecanım git gide artıyor…

Hayırlı haftalar dilerim…