14 Şubat Perşembe günü Schneidertempel Sanat Merkezi’nde düzenlenen serginin açılışındaydım. Yaşamımda fazla bir önemi olmayan ve sadece tüketimi artırmaya yönelik bir ‘vesile’ olarak nitelendirdiğim ‘Sevgililer Günü’nde, tango müziği eşliğinde, içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim.
14 Şubat Perşembe günü Schneidertempel Sanat Merkezi’nde düzenlenen Buenos Airesli karikatürist Marlene Pohle ile Portekizli fotoğraf ustası Alexandre Costa’nın eserlerinin yer aldığı serginin açılışındaydım.
Hüzünlü Fado’ların diyarından bir fotoğrafçı, tutkulu Tango’ların ülkesinden bir çizer Galata’da buluştu…
Ve biz davetliler, ‘Sevgililer Günü’nde, girişte, bir yandan akordeon ezgileri ile karşılanırken, diğer yandan da etkinlik sırasında iki değerli dansçının tango gösterisini izledik.
Konukların da dansa katılımı ile belki de yaşamımda fazla bir önemi olmayan ve sadece tüketimi artırmaya yönelik bir ‘vesile’ olarak nitelendirdiğim ‘Sevgililer Günü’nde kadehimi eşimin şerefine kaldırdım ve ‘sevgi dolu bir yaşam’ temennisinde bulundum.
Zamanla kadın ve erkek bünyesinde değişiklikler olduğu bilimsel olarak kabul edilmekte. Genç çiftler birbirlerinin ellerini tuttuklarında bir elektrik hissederler, ancak yıllar geçtikçe bu duygular çok köklü bir sevgi yumağına dönüşür.
Bu sanatsal etkinlikte de cemaat bireylerimizi ‘her zamanki gibi’ aramızda göremedik. Ancak bu durumdan en çok yakınan ve “cemaat üyelerimizin her hafta onlarcası sunulan kültürel etkinliklerden uzak durmamaları için” yararlı önerilerde bulunan bir sanat eleştirmeni/severini de -özel bir nedeni yoksa- gözlerimiz aradı. Tabi her bireyin farklı sanat dallarında farklı tercihlere sahip olmasının doğal olduğunu kabul etmeliyiz. Kimi cazı, kimi klasik müziği, kimi ise tiyatro ve sinemayı sever.
Etkinlik sırasında İzel Rozental ile birlikte sergi çalışmalarını yürüten ünlü çizer Tan Oral ile sohbet etme olanağını buldum. Ortak anılar bizleri 40 yıl öncesine götürdü. 1968’li yıllara. Dünyanın değiştirilemediği, ancak belleklerde hep canlı kalacak bir döneme… O yıllarda tüm dünyada gençlik ‘demokrasi’ adına meydanlara dökülmüş, sonradan eylemler istenmeyen yönlere çekilerek acı olaylar yaşanmıştı.
Peki, o yıllarda kadın-erkek ilişkilerinin seyri neydi? En azından cemaatimizde görücülük sisteminden giderek uzaklaşılarak gençlerin serbest iradelerinin daha geçerli olduğu bir dönemin yaşandığını, günümüzde 30’lara yakın olarak belirleyebileceğimiz evlilik yaşı ortalamasının 20’lerin başlangıcı olduğunu söyleyebiliriz.
‘Bağdatlı bir Yahudi Ailesi’nin Öyküsü’nü Yayın Yönetmenimiz Tilda Levi’nin geçen haftaki köşe yazısındaki önerisine uyarak ‘hemen’ okumaya başladım.
Öykü 1920 yıllarının Bağdat’ında geçiyor. Kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum: “Regina’nın zamanında Arap kültürünün hâkim olduğu yerlerde kadın bağımsız bir birey değildi; kadın her zaman babasının veya kocasının hâkimiyeti altında yaşardı ve hiçbir hakkı yoktu. Elbette kendi istekleri ve iradesi vardı ama bunlar yalnızca çiğnenmek içindi. Kadının zeki olması doğal olarak aklını kullanmak istemediği sürece artı bir özellikti.”
O yıllar için sadece Irak’ta değil tüm Doğu ülkelerinde, belki Batı’da da yaygın olan bu anlayış Allah’a şükür günümüzde geçerli değil ve kadın-erkek ayırımı artık anlamını yitirdi; kadının zeki olması her koşulda bir artı.
Dinimizde ise, kadınların ruhani dengeyi koruma konusunda erkeklerden daha gelişmiş bir sorumluluk duygusuna sahip olduğunu belirten Rav Naftali Haleva’nın Dostluk Dergisi’nin 11. sayısında ‘Kadının dinimizdeki yeri’ başlıklı yazısında bilge hükümdar Şlomo Ameleh’ten aktardığı bir özdeyiş ile yazımı sonlandırmak istiyorum: “Evladım, babanın öğütlerini dinle ve annenin Tora’sını bırakma.”