Kore'nin başkenti Seul'da bir otelin 28. katındaki odasında yalnızlığı oynarken Mia Farrow'un ağlama sesiyle irkildim. Neden ağlıyordu bu kadın? Onu gördükten sonra bu tuhaf ve değişmeyen dünyayı kafaya takmamaya karar verdim. Ben mi kurtaracaktım bu dünyayı?
Güney Kore’nin başkenti Seul’un bir otelinin 28. katındayım. Çin ve Japonya arasında sıkışmış kalmış 50 milyonluk bir ülkenin tüm zorluklara rağmen gerçekleştirdiği ekonomik muucizesini ve gelişmiş demokrasisini pencere camından aşağıya binlerce otomobile bakıp düşünürken birden Mia Farrow’un ağlama sesiyle irkiliyorum.
Bizim televizyon kanalları su samurlarının bile çiftleşmelerinin belgeselini yayınlarken, nedense günümüz trajedilerine hep seyirci kalıyor. Gören varsa, söylesin, özür dileyeceğim. Sudan’da daha doğrusu Darfur’da yaşanılanları gösteren bir belgesel veya haber programı yapıldı mı bugüne kadar?
Kore televizyonu tam 2 saatini ayırıyor Darfur trajedisine. Bölgeye sürekli giden gönüllüleri konuşturuyor katliam, tecavüz, yağmalama yerlerinde. “Bu rezalete sessiz, duyarsız kalmak insanlık suçudur” diyor, ünlü Hollywood yıldızı.
Hemcinsleri fildişi kulelerinde otururken, bilmem ne Oscar ödüllerinin peşindeyken, Mia oyunculuğun değil, gerçeğin arayışına çıkıyor. Korumalar eşliğinde de olsa sürekli Darfur’a gidip kocaları öldürülen ve kendileri sürekli tecavüze uğrayan kadınlara yardım etmeye çalışıyor. Sadece onları dinliyor ve ağlıyor, ağlıyor. Sonra da ülkesine döndüğünde, tıpkı 2. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi bütün olup bitenleri görüp de “daha zamanı gelmedi” diyerek müdahele etmeyen dünyaya ve ABD’ye bağırıyor, çağırıyor ve ağlıyor! Zira son 4 yılda tam 400 bin Darfurlu öldürülmüş, onbinlerce kadın, genç kız tecavüze uğramış, yine onbinlerce çocuk ailesiz kalmış ve tam 2.5 milyon kişi yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalıp mülteci olmuşlar.
Mia bunları, Darfur’un tozlu ikliminde kendi gözleriyle görüyor; kimi aydınlar gibi bir deklarasyon yayınlayıp da kendi sığ dünyasına dönmüyor. O kadar teknoloji, o kadar kamera, o kadar haber ağı ve o kadar internet, hepsi palavra işte! Amerikan pilotları, Auschwitz’i havadan fotoğraflayıp ülkelerinin yöneticilerine vermişlerdi ama dünya hala bihaberdi ölüm kamplarından. Ya Darfur? Pes yahu ve de yuh yahu tabii ki!..
Belgeseli seyrederken inanın ağlamak istiyorum. Seul’da bir otel odasında tıpkı Sofia Coppola’nın o ölümsüz, “Lost in Translation” filminde olduğu gibi Tokyo’da gökdelen otelin 50. katındaki odasında yalnızlığı oynayan Bill Murray gibiydim. Pencereden baktım bir kez daha. Seul nere, Darfur nereydi.. Ve birden aklıma geldi işte! Darfur olaylarından sorumlu tutulan Sudan Başbakanı daha geçenlerde Ankara’yı ziyaret etmişti. Herhangi bir protesto olmuş muydu? Yoo, hayır... Hüzün çökmez mi insana?
Bill Murray, Tokyo yalnızlığını, otelin başka yalnız bir odasında olan Scarlett Johansson ile tuhafça da olsa gidermeyi başarmıştı, filmde. Ama benim öyle bir şansım yoktu. Birden belgesel filmin altında “son haber” geçer: Steven Spielberg’i izlemeye başlamıştım canlı olarak. “Sudan hükümetine büyük destek veren Çin’in, her türlü sözüne rağmen bu desteğine devam etmesinden dolayı bugün itibari ile Pekin Olimpiyatları’ndaki sanat yönetmenliği görevinden istifa ediyorum” diyordu tedirgin bir edayla. Mia Farrow’un ‘Soykırım Olimpiyatları’ şeklinde adlandırdığı oyunlar bu yaz Pekin’de düzenleniyor bildiğiniz üzere ve Spielberg vicdanının sesini dinleyerek Çin’i protesto ediyordu.
Çin, ‘bir dünya, bir rüya’ sloganını verirken 2008 Olimpiyatları’na, petrol karşılığı olarak sürekli silah satıyordu Sudan hükümetine. Ve bu silahların nerede kullanıldığını çok iyi biliyordu pekâlâ da. Aynı günlerde Mister Bush, ‘siyaset ayrı, spor ayrı’ deyip ‘ben bile Pekin Olimpiyatları’na gideceğim’ dediğinde bu siyasetin gerçekten de utanılası bir mecra olduğunu anlamak mümkün oluyordu.
Erkekler katledilirken, kadınlar güpegündüz defalarca tecavüz edilirken, barışın simgesi Olimpiyatlar kendi ruhuyla alay edecekti 2008’in yazında...
“Yeter” dedim “bu sıkıntı”. “Bu tuhaf ve de rezil dünyayı düşünmemem lazım sağlığım için” dedim ve çıktım odadan, bindim asansöre ve daldım Seul havasına.
Alabildiğince düzenli, modern, temiz devasa Seul caddelerinde güleryüzlü Kore halkını selamladım ve ben de gülmeye başladım. Koskoca Bush bile kurtaramamışken (!) bu dünyayı ben mi kurtaracaktım yahu?..