İstanbul bir dünya kenti… Bu Doğu Roma döneminde öyleydi, Osmanlı döneminde de… Şimdi, Cumhuriyet Türkiye’sinde de böyle… Kuzeyi güneye, doğuyu batıya bağlayan konumu ile zaten başka seçeneği de yok bu tarih yorgunu kentin.
İstanbul bir dünya kenti… Bu Doğu Roma döneminde öyleydi, Osmanlı döneminde de… Şimdi, Cumhuriyet Türkiye’sinde de böyle… Kuzeyi güneye, doğuyu batıya bağlayan konumu ile zaten başka seçeneği de yok bu tarih yorgunu kentin. Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre, Osmanlı’nın en ileri görüşlü hükümdarlarından Fatih Sultan Mehmet, Bizans’tan devir aldığı mirasın kıymetini bilerek hareket eder. Hatta, Vatikan güdümünde 13. yüzyılda gerçekleşen 4. Haçlı Seferinin şehrin dokusunda yarattığı travmadan dolayı, Katolik dünyası ile hesaplaşma arayışına bile girer… (Son İmparatorluk Osmanlı - Timaş Yayınları)
Yüzyıllar boyunca dünyaya hükmeden bir İmparatorluğun başkenti olarak siyasi alanda es geçilemeyecek bir yere sahip, tacirlerin, seyyahların vazgeçilmez uğrak yeri olur Haliç’in iki yakası. İktidar ile, güç ile anılır, isyanlara meydan okur dönem dönem. Şarkılara konu, şairlere ilham kaynağıdır… Orhan Veli “İstanbul’u dinler gözleri kapalı”; Yahya Kemal “…dün bir tepeden bakar aziz İstanbul’a…” Hepsi aşıktır bu kente, hem de iliklerine kadar.
Peki ya bugün her yaşayanın rahatça duyumsayabildiği bir İstanbul var mı? Her dönemin kendine özgü sorunlarına rağmen, yüzleri gülen, mutlu, birbirlerini sevgi ile kucaklayan, çalışkan, dürüst, iyi niyetli insanların yaşadığı bir İstanbul var mı?
Hayır! Ne yazık ki günümüzde modernite ile batılılaşma arasında gidip gelen, çukur ve tümseklerin yollarını acımasız bir şekilde istila ettiği, büyük, ama çok büyük bir organizma ile karşı karşıyayız. Bir yanda gökdelenler, alış-veriş merkezleri ile donatılmış - belki de biraz yapmacık bölgeleri, hemen yanı başında son derece yetersiz altyapısı ve yaşayanlarını mutsuzluğa mahkum eden mahalleleri ile İstanbul, bir umut mu yoksa bir yalan mı?
Taşı toprağı altın kentimin bir yanında tersane işçileri ekmek parası için ölürken, bir diğer yanında, cangıl girişimcilerinin oluşturduğu bomba atölyeleri patlıyor, binaları taşımakla yükümlü oldukları yüklerin altında un ufak olup göçüp gidiyor… Çilekeş insanları bir yerden bir yere giderken ömürlerinden ömür eksiltiyorlar. Ona sahip çıkmak şöyle dursun, kendi yaşantılarını idame etmenin kaygısındalar çok ta haklı olarak: çünkü öyle başlamış ve öyle gidiyor…
Orta malı olmuş kentimin insanlarına soruyorsunuz, nerelisin diye. Yanıtlar geliyor. Şuralıyım, buralıyım diyorlar... Trabzonlular ile Sivaslılar iddiaya tutuşuyorlar İstanbul’da kimler daha kalabalık diye… Hayretle izliyorum, televizyon haberlerine konu olabiliyor bu durum. Bravo! Ama “Ben İstanbulluyum” demiyorlar, veya diyemiyorlar, yaşadıkları kente olan “kentli” sorumluluğundan kaçmak istercesine.
Oysa İstanbul Roma’dan bu yana her çağa damgasını vurmuş bir şehir. Evet, Haliç çok güzel, Boğaziçi harika… Hele hele, camilerinin minarelerinin arasından, batıda kaybolan güneş öyle güzel bir görüntü veriyor ki Salacak’tan Sarayburnu’na doğru baktığınızda… Ancak, dillere destan bu güzellikler bir yana, yaşayanları ile büyümüş, onlarla anlam bulmuş İstanbul, tüm büyük kentler gibi.
13 Kasım 2006’da Avrupa Birliği Konseyi, Almanya’nın Essen ve Macaristan’ın Peç şehirlerinden sonra İstanbul’u da 2010 yılı “Avrupa Kültür Başkenti” olarak onayladı... Şu sıralarda bu konuda hummalı bir çalışma başlamış gidiyor da, kimin bundan ne kadar haberi var, kimler bunun ne demek olduğunu anlamış durumda, bilinmez. Ancak bu, kentin uluslararası tanınmışlığını perçinlemek, kentsel yaşantının standartlarını yükseltmek, İstanbul’a ihtişamını iade etmek için bulunmaz bir fırsat. Aynı fırsatı Onu hak etmek için de kullanmak, sokaklarını dolduran insanlar için yerinde olmaz mıydı?