“Sindirebileceğinden daha fazla tarih üreten bir bölge”… Winston Churchill yirminci yüzyılın ilk dönemlerinde cadı kazanını andıran Balkanlar için bu ifadeyi kullanmıştı. Hiç şüphesiz, aynı tanımlama günümüzün Ortadoğu’su için de geçerli...
“Sindirebileceğinden daha fazla tarih üreten bir bölge”… Winston Churchill yirminci yüzyılın ilk dönemlerinde cadı kazanını andıran Balkanlar için bu ifadeyi kullanmıştı. Hiç şüphesiz, aynı tanımlama günümüzün Ortadoğu’su için de geçerli… Buradaki olayları biçimlendiren ve zaman zaman işin içinden çıkılmaz hale getiren İsrail – Filistin çatışmasının temelinde iki değişik anlatım, birbirinden derin farklılıklar gösteren iki ayrı tarih ve bundan da önemlisi iki ayrı hatıra / hafıza var…
1948 yılında İsrail Devletinin Birleşmiş Milletlerin taksim planı uyarınca kurulması ile bir yanda yaşanan coşku, diğer yanda hüzün, öfke, çaresizlik olarak tercüme olur. Filistin’in Unesco’daki temsilcisi Elias Sanbar “Bizler (Filistinliler) isimlerimizi yitirmiştik…” der, o günler için, Fransız “Philosophie” Dergisi’nin Mart ayı sayısına verdiği bir röportajda.
İsrail Devleti’nin 60. kuruluş yıldönümünün yaklaştığı şu sıralarda, Filistinlilerin Nakba (felaket) şeklinde adlandırdıkları o dönem, tarihçi ve düşünürler tarafından değişik açılardan masaya yatırılıyor Avrupa basınında… Kimine göre felaketi getiren, Arapların 1936 tarihli Peel planını red etmeleri ile başlayıp, Taksim Planını dikkate almamaları ile son bulan dönemdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan Arap devletlerinin Filistin’de yaşam mücadelesi veren kardeşlerine sırt çevirmeleri, onları yüzüstü bırakmaları ise felaketin dozunu arttıran önemli bir unsurdur.
Buna göre, örneğin, 1919 yılı boyunca Paris’te yapılan ve yeni bir dünya düzeni yaratmayı amaçlayan barış görüşmeleri sırasında, İngilizlerin Osmanlılara karşı kışkırttığı Hicaz Emiri Hüseyin’in oğlu Faysal’ın, Büyük Suriye’nin başına geçme hayallerinin suya düşmesi akabinde, yeni oluşturulan Irak krallığı ile yetinmesi ve Filistin’deki Arapların durumlarına hiç ilgi duymaması, davaya ihanetti bazı tarihçilere göre…
Aynı şekilde Faysal’ın kardeşi Abdullah da, savaşın galibi ülkeler tarafından kendisine verilen Ürdün Krallığı karşısında sessizliğini korumuş, komşu topraklarda artan Yahudi etkisine kayıtsız kalmıştı… Nakba’nın kaynağında, es geçilen bu etkenler de yatmaktaydı. İsrail’in kuruluşunun hemen ardından başlatılan savaşlar ise, kazanmaktan başka hiçbir çaresi kalmamış Yahudilere karşı, kaybedilmeye mahkumdu.
“Hiç kimse savaşı barışa tercih edecek kadar bilincini yitirmiş olamaz” diye yazmış Herodot asırlar önce. 60 yıllık bir dönem boyunca Ortadoğu’daki çekişmeler, İsrail – Mısır ve İsrail – Ürdün barışını gördü… Oslo, Camp David ve son olarak Annapolis’deki görüşmeler ile İsrail – Filistin arasında, karşılıklı travmalar yaratan uzun bir sürenin sonunda, barış arayışına uygun bir ortam sağlanmış durumda mı?
Herodot’unkinden daha değişik bir görüşe göre, “İnsanlar ihtiraslarını çıkarlarına tercih edebilirler”… İsrail – Filistin çatışmasında bunun izlerini görmemek mümkün değil. Filistin tarafı Şeria’nın batısındaki Yahudi yerleşimlerini barışa giden yolda önemli bir engel olarak görüyor. İntihar bombacılarının saldırıları ve Gazze’den İsrail’in güneyine atılan yüzlerce roket de, haklı olarak İsrail tarafını gelecek için endişelendiriyor. Sanki, ihtiraslar rasyonelliğin, barışın, refahın önüne geçmiş, ve dünyanın tüm dinler için kutsal sayılan bu parçası üzerinde, durmadan artan ve zaman zaman anlamsızlığa varan, bir tempo sergiliyorlar… Yine de bir çözümün var olduğunu, barışın zor ancak olanaksız olmadığını bilmek yüreklere su serpiyor. Uzun zamandır tarihin karşı kıyılarında olan tarafların, tarihin aynı yakasında buluşmaları ve aynı lisanı konuşmaya başlamaları, bu anlamda, azımsanmayacak bir adım olacaktır.