İnsan, kendi tarihini yazan bir varlık. Hangi zamanda, nerede ve nasıl doğacağımızı seçemiyoruz. İyi veya kötü, başlıyor hayat bir yerde. Ardından bir yola koyuluyoruz. Kader bazen dokunuşlarda bulunuyor yola, bazen de seçimlerle karşı karşıya kalıyoruz. Sonlar, yeni başlangıçları doğuruyor. Yanlışlar, doğruyu gösteriyor. David Hume’un önerdiği gibi doğarken zihnimiz “boş bir levha” ise, onu doldururken bir bedel ödüyoruz. İşte tüm bu süreçte kendi, bireysel tarihimizi yazıyor; bir yandan binlerce yıldır süregelen bir geleneği taşıyoruz. Öyle ki idealleri bir köşede tutarsak, günümüz medeniyetinin “gelinebilmiş en iyi noktada” olduğunu kabul etmekten başka çaremiz yokmuş gibi düşünüyorum bazen. Bu doğrultuda toplumun beklentilerine yanıt vermeye çalışıyor, yuvarlanıp gidebilmenin güvenli kanatlarına sığınıyoruz. Kaldı ki geriye dönüp bakmak, pişmanlık duymak incitici de olabiliyor.
Hayata dair aradığımız o koca anlamın, aslında somut bir cümlesi yoktur. Anlam, zamanla oluşur, hissedilir. O zaman ise, tarihin yazdıldığı yılların ta kendisidir.
Kimi olaylar ve anlar var ki, incitici olabilme olasılığına rağmen, geriye dönüp baktırır. Gözlerimiz, gökteki yıldızlar misali dünü aydınlatan başarıları arar. Onları seçeriz. Onlar, özellikle toplumun beklentileriyle uyumlu olarak yerlerini almışsa birçok kişinin içi çabucak rahatlar. Gelgelelim idealleriniz, hedeflerimiz, özlemleriniz varsa karmakarışık duygular içinde bulursunuz kendinizi. Çevreniz, dostlarınız başarılara imza atıyorsa, doğal bir kıskanma hissi bile duyarsınız. Onlar, hayatlarının anlamlarıyla bütünleşmeye başlamıştır, tarihlerini yazıyorlardır. Ardından, bu duyguları yapıcı bir hırsa dönüştürmek gelmeli. Gaza basmak, o ideal, hedef ve özlemlerinize dört elle sarılmak gelmeli derinden bir yerden. İnsanın kendini kurtarması, dünyayı kurtarması da bir yerde bu motivasyonda gizli sanki. İşte o zaman, az önce bir köşede tuttuğumuz medeniyet idealinin peşine düşebiliriz. Ta ki yuvarlanıp gitmenin o güvenli kollarına varıncaya, motivasyonlarımız bir şekilde dağılıncaya veya yeniden bize özlemlerimizi hatırlatan olaylarla karşılaşınca dek. Her halükarda zaman bildiğini okur, tarih yazılmaya devam eder.
Toplum, ortak bir sözleşmenin ürünü olsa da, insanoğlu bir farkındalığa sahip. O sözleşmede payına düşen görevini yerine getirirken, kendini ortaya koymak ister. İstemeli de. Her açıdan üretken olmak gibisi yok. Hele hele entelektüel bir çaba, düşünsel üretkenlik en yüce olanı bence; sonuçta insana adını veren bu değil mi?... Yine de takılı kalıyoruz bir yerde, çelme takılıyor pozitif ve bilimsel düşünceye. Gündelik yaşamın içinde küçük zevklere yenik düşüyor, üretmekten ziyade tüketimin bir parçası oluveriyoruz. Farkındalığımız, eriyip gidiveriyor. Hâlâ günümüzde cehaletin, bir yumak gibi ağları örülmeye devam edilirken, dünya bitiveriyor kimilerine takılan, at gözlüklerinin çerçevesinde. O insanlar ki, tarihlerini özgürce yazamıyorlar bile... Tam da bu noktada dilim bir kez daha varmıyor günümüz medeniyetine “gelinebilmiş en iyi nokta” demeye... Koyamıyorum bir kenara idealleri... O anlar üstelik geriye bakmaktan daha inciticidir, daha zorludur; çünkü vicdanen bir görevimiz olduğunu, insan olmanın sorumluluğunu hatırlatır. Sonuçta kendi tarihimizi yazabilecek kadar şanslıysak, yazdıklarımız, yapabileceklerimiz biraz da insanlık tarihinin bir parçası olmayacak, yarının “en gelişmiş medeniyeti”ni oluşturmayacak mıdır?...